93 yılının Aralık ayı evden ve Türkiye'den ayrıldığımız seneydi. Orta okul ve lise boyunca okuduğumuz aynı 60-70 sayfalık insan zekasıyla alay etmek üzere kurgulanmış inkılap tarihi kitabı canıma tak etmişti. Bu kitabı üniversitede de çekemeyeceğimi yıllar öncesinden rahmetli babamdan beyan ederek bana ümmeti görebileceğim bir yurtdışı üniversitesi bulmasını istemiştim.
Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi maceramız 93 yılının Aralık ayında böyle başlamıştı. Memleketten çok uzakta Asya kaplanlarının diyarında rahat rahat okuyabileceğimizi sanıyorduk. Sonuçta YÖK tarafından denkliği olan, İslam Konferansı Örgütü tarafından kurulmuş, Türkiye'nin 6 kurucu üye ülke arasında bulunduğu, üniversite senatosunda Türk Büyükelçisinin de sandalyesinin olduğu bir okulda okuyorduk.
Ne olabilirdi ki?
Uzatmayalım, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın 96 yılında Uzakdoğu gezisi sırasında üniversitemize uğrayarak bir konuşma yapması ile kıyamet koptu. Ardından yaşanan 28 Şubat darbesiyle başa geçen yeni hükümetin ilk icraatlarından birisi, (CHP zihniyetli eski Malezya elçimizin insan üstü gayretleri ile), üniversitenin denkliği iptal etmek oldu. Devletin, insanın hayatında verdiği en önemli kararları alt üst edebilen, sınır coğrafya tanımadan çok uzaklara kadar uzanabilen eline ilk defa o zaman gerçek manada şahit olmuştuk. Devletin bir NATO/Gladio paradigması olan laiklik kisvesi altında Batı hegemonyasını nasıl savunduğunu görmüştük. Devlet canla başla dünyanın bir ucunda topu topu 40 öğrenci ile paradigma savaşı verirken FETÖ çetesi sizce hangi taraftaydı dersiniz?
Düne kadar ülkemizde etki ajanı gibi Batı çıkarlarını savunan bir yazar, Erbakan'ın uzakdoğu gezisinin bir diğer ayağı olan Endonezya ziyareti için bakın ne yazmıştı:
“Başbakan Prof. Necmettin Erbakan'ın 1996 Ağustos ayında çıktığı ve toplam 25 bin kilometre yol katettiği Uzakdoğu gezisinin en önemli durak noktalarından biri, son haftalarda büyük bir sosyal patlama ve iç karışıklığa sahne olan Endonezya'ydı. Yaklaşık 32 yıldır Suharto diktatörlüğü altında yaşayan Endonezya, bugün yüzlerce insanın ölümüne yol açan kanlı sokak gösterileriyle tüm dünyanın dikkatini üzerinde topluyor. İlginçtir ki, Endonezya, bu gezi boyunca Erbakan'ın Malezya ile birlikte en çok etkilendiği, üzerine titrediği iki ülkeden biriydi. Endonezya'ya hayranlığı o kadar derindi ki, Erbakan, bu ülkeyi Türkiye'ye emsal göstermekten bile geri kalmamıştı. Erbakan'a göre, Endonezya'nın önemi, bir İslam ülkesinin özellikle teknolojide büyük atılımlar yapabileceğini tüm dünyaya kanıtlamasıydı. Erbakan'ı heyecanlandıran, bu ülkenin havacılık teknolojisinde gerçekleştirdiği aşamaydı. Erbakan, Endonezya'yı uçak tasarımında ‘‘dünyanın bir numaralı merkezi'' ilan etmekten çekinmemişti.
* * *
Bu tabii bir iddiaydı ve uzay mekiklerinin fezada dolaştığı bir dönemde gerçeklere tekabül ettiği söylenemezdi. Endonezya'nın tek başarısı, hafif nakliye ve yolcu taşıma amaçlı kullanılan N-250 tipi bir uçak modelinin tasarımını kendi başına gerçekleştirmiş olmasıydı. (…)
Ve ardından Türkiye'de büyük tepkilere yol açan şu sözleri sarf etmişti:
‘‘Bizde aletler var, beyin yok...''
Erbakan bunun ardından Endonezya'yı ‘‘Dünyanın bir dönüşüm noktası'' olarak ilan etmiş, şöyle konuşmuştu:
‘‘Şimdiye kadar hep Amerika ve Rusya süper devlet gibi yukarı bir seviyedeydi. Müslüman ülkeler ikinci sınıf ülke halinde muamele görüyordu. Ama şimdi dünya yeni bir değişim noktasındadır. Endonezya bunu ispatladı. Şimdi kendisi birinci sınıftır, bütün Batı ve Amerika ikinci sınıftır. Müslüman ülkelerin hızla kalkınması, birçok sahada birinci sınıf, Amerika ve Batı'nın ise ikinci sınıf ülkeye dönüşmesi demek ki mümkün. Bunu canlı olarak yaşıyoruz. Dünyanın müstakbel değişmesinin eşiğindeyiz.''
Dünyanın müstakbel değişimini, bir süredir akşam televizyon bültenlerinde Endonezya sokaklarındaki görüntülerden izliyoruz. Erbakan'ın gezisini izlemiş ve Bandug'daki uçak fabrikasında yaptığı bu konuşmayı not etmiş bir gazeteci olarak, bu görüntüler karşısında eski defterleri karıştırmaktan kendimizi alıkoyamadık. (21 Mayıs 1998, Sedat Ergin, Hürriyet)
İşte bu Batıya olan sarsılmaz bağlılığı sebebiyle yakın zamana kadar Hürriyet gazetesinin genel yayın müdürlüğünü yapan, son dönemde ise Türkiye'ye iliştirilmişliğinin çok fazla deşifre olması nedeniyle işini kaybeden o yazarın aklınca dalga geçtiği Endonezya ile ilgili çok taze bir haber:
Uluslararası bağımsız denetim şirketi PwC tarafından hazırlanan raporda, ülkelerin satın alma gücü paritesi bazında gayrı safi yurt içi hasılaları için 2050 yılı tahminlerinde 32 devletin dünya ekonomisini elinde tutacağı vurgulandı. (…) Endonezya ise, bilişim ve teknolojideki sıçramasını artan nüfusu ve turizmdeki başarısıyla birleştirerek 21. yüzyılın ortasında dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olmaya aday. Şu an 12. sırada olsalar da GSYİH'sinde Ar-Ge ve yüksek katma değerli teknolojiye yönelik yatırımların payının yüksek olmasının yanı sıra faizsiz finans bankacılığındaki güçlü rolü öngörülen başarının anahtarı olarak nitelendiriliyor. (…) (21 Temmuz 2017, Kanal A Haber)
İşte bu yazarların dünyayı ne kadar anladığının ya da kimin etki ajanı olduklarının çok açık bir göstergesi.
Devletin diplomamızı iptali sonrası gittiğimiz Londra'da üniversiteyi yeniden okuyup bitirmişken bu kez Batıda bir başka paradigma değişikliğine şahit olmuştuk. 2001 yılının 11 Eylül günü ABD kendi kendisine saldırıp yeni dünya paradigmasını “İslam ile savaş” üzerine oluştururken bu olayın 1. yıldönümü olan 11 Eylül 2002'de Türkiye'ye dönmüştük. O günlerde Ak partinin iktidara gelerek paradigmayı sorgulamaya başlamasına henüz yaklaşık 2 ay vardı.
Seçim oldu, AK Parti tek başına iktidara geldi, biz Ak Parti İstanbul İl Başkanlığında Siyasi Hukuki İşler sekreteri olarak göreve başladık. Projeler yaptık. O projelerden biri nde 8 hafta sürecek “Siyasi komplo teorileri” dersini verirken 10 -15 kişilik bir gruba kabaca söyle demiştim:
“Sizin çocuklarınız Atatürk ideolojisi ile büyümeyecek. İdeolojiler ve kahramanlar ülkenin o günkü şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yaratılır ve toplumun tüketimine sunulur. Atatürk ideolojisini kendi dünya görüşünüze göre sevgi ya da nefretle anlamaya çalışmayın. Atatürkçülük ve laiklik, savaşı kaybetmiş ve İslam bayraktarlığından yorgun düşmüş bir ülkenin Batıya 'tamam pes ediyorum, İslamı da bayraktarlığını da bıraktım, bundan sonra sen de beni rahat bırak' demesidir. Ülkenin güçlenmesi ile bu durum değişecektir”.
Derse katılanların bazılarının “bu acaba ajan provokatör mü” tarzı bakışlarını görünce son 10 yılda Türkiye'den epey uzak kalarak bazı tabuları unuttuğumu farketmiş ve konuyu kapatmanın daha hayırlı olacağına karar vermiştim.
Tüm bunları niye anlattık.
İki gün önce Milli Savunma Bakanlığından gelme Milli Eğitim Bakanımız İsmet Yılmaz yeni eğitim müfredatını açıkladı. Kendisinin Milli Eğitim Bakanı olduğunu duyduğumuzda verdiğimiz ilk tepki “demek artık eğitim ülke savunması üzerine kurulacak” olmuştu.
Nitekim öyle de oldu. Paradigma değişimlerinin kokusunu en iyi alan gazete olan “Hürriyet” yine en doğru yerinden olayı yakaladı.
Şöyle diyordu Bakan Yılmaz:
“ (…) Cihatın gerçek anlamı ülkenizi sevmektir, vatanınızı sevmektir, milli birlik ve beraberliğe hizmet edecek her ne gerekiyorsa o konuda faaliyet göstermektir. Kırmak, dökmek, savaşmak bunun içine girmez. Ama vatan koruması, milletini savunmak için, vatanının değerlerini savunmak için gerekiyorsa. Mehmetçik, asker niye var? Niye vatan uğruna can veririz diyor, niçin şehitlerimiz var. Dolayısıyla cihatın ne olduğunu ve ne olmadığının öğretilmesinin görevi de bizim bakanlığımızın asli görevleri arasında olduğunu düşünüyoruz. (…) Türkçe dersinde, Milli Mücadele ve Atatürk temasında konu örneklerinde 15 Temmuz da işlenecek. İmam hatip liselerinde, asker uğurlama merasimi konusunda cihat işlenecek. Ortaöğretimde Türk Dili ve Edebiyatı dersinde 15 Temmuz konusunda tercih ettikleri bir türde yazmaları istenecek. Bir destan, efsane, kahramanlık öyküsü ve bu ülkede bizleri ebediyen hür ve bağımsız yaşatacak olan irade, milletin kendi milli iradesine, demokrasisine, vatanına, milletine sahip çıkma kararıdır; canı ve kanı pahasına. (...) Fıkıh dersi öğretim programı güncellenen öğretim programına dördüncü üniteye eklenen cihat konusu ile ilgili iki kazanım konulmuştur. İmam hatip liseleri fıkıh dersi öğretim programı. Var mı bir sıkıntı? Var bu cihat diye bir olgu var, Kuranı Kerim'de bir ayet var. Dolayısıyla siz buna yok deseniz de yok olmuyor. O halde nedir doğrusu, çerçevesi, bizim bunu evlatlarımıza öğretmemiz lazım. Bunu yaparsak yanlış algılamaları da ortadan kaldıracağız. Burada hiçbir sıkıntı yok. Dört başı mağmur şekilde cihat kavramının evlatlarımıza verilmesi bizim, bu ülkenin en büyük kazanımıdır. (...) ” (18 Temmuz 2017, Hürriyet)
Aslında olacakların ipucunu 3 Nisan 2017 tarihli, “Fransız Devrimini Geriye Sarmak” başlıklı yazımızda başka ülkelerden örnekler vererek anlatmış ve şöyle bitirmiştik:
“Fransız devrimi ile laiklik adı altında bütün dünyanın dini ile birlikte ekonomisini de elinden alarak köleleştiren bu küresel çete ile hesaplaşma, melanet “dinleri” laikliği tarihin çöplüğüne gömerek Fransız ihtilalini geriye sarmanın vakti gelmiştir.”
Türk devleti son 25 yılda dört kere varoluş ve yokoluş arasında gitti geldi.
Birincisi 93 yılında; Özal'ın verdiği ve hayatıyla ödediği örtülü savaş,
İkincisi 28 Şubat 1997'de; Erbakan'ın verdiği ve bedelini siyasi hayatıyla ödediği savaş,
Üçüncüsü 1 Mart 2003'de; ABD'nin Irak savaşı bahanesiyle Türkiye'yi işgal planına TBMM'nin karşı durmasıyla verilen savaş,
Dördüncüsü 15 Temmuz 2016'da; Erdoğan'ın verdiği ve milletin sahaya inmesiyle bedelini karşı tarafa ödettiği savaş.
Son günlerin haberlerini hatırlatmaya gerek yok herhalde;
Küresel savaşta fırtınanın gözü yine Türkiye;
Ve her taraftan saldırı altında;
Her taraftan kuşatılmaya çalışılıyor:
Halkı Müslüman ülkelerin başındaki rezil yönetimler bile bu kuşatmaya artık açıktan başka ülkeler üzerinden destek vermekte, kendilerini kurda teslim ederek ayakta kalabileceklerini sanmaktadırlar.
İşte Barbarların kapıya dayandığı bu dönemde devlet doğru olanı yapıyor ve halkı ile barışıyor, dini ile barışıyor ve düşmanı karşılamak için paradigmasını değiştiriyor. Eski paradigmanın laiklik dini için insanları şehitliğe ikna edemeyeceğini çok iyi biliyor.
100 yıl önce savaşı kaybedince Batının hegemonyasını, dinsizliğini ve ideolojik bilimini kabul ederek dizlerinin üzerine çöken devlet, milletiyle birlik olarak ayağa kalkmaya, son savaşa hazırlanmaya çalışıyor.
Tıpkı yukarıdaki çizimde betimlendiği gibi...
Cihad cehd etmekten gelir...azim, gayret, çaba sarfetmektir. Ne için çaba sarfetmek? Nefsin kötülüğe götürebilecek çirkin düşünce söz ve davranışlardan arındırmak için çaba sarfetmek...ardından insanı ve insanlığı iyilik ve güzelliğe götüren her türlü davranışları önce nefsimize ....kendimize anlatmaktır...kısacası alıp başını giden söz dinletemediğimiz EGO'muza sözümüzü geçirmektir...ve bu cihadın büyüğüdür...peygamber sav. seferden dönerken arkadaşlarına 'cihadın küçüğü bitti şimdi cihadın büyüğü ile başbaşasınız....' mealinde sözü vardır.
Cihat (Truce): Ateşkes (Taraflarla diyalog ve maksimum DEĞER ilişkilerini yönetme başarısı)İslam (Peace):Barış iyi ilişkilerde sadakat.İslamın terör olmadığı aksine antiterör kanunu olduğunu öğrenmemiz,yaşamamız ve çok yönlü DEĞERlendirme yapmamız açısından faydalı olacağını düşünüyorum. Güzel yazı teşekkürler.
yorumlarınız için teşekkürler.ilgiyle takip ediyoruz.selamlar
Hocam siz daha iyi bilirsiniz maezyadaki islam universitesini ingilizler kurmuş. İkö gibi muslumanlari kontrol altında tutmak için. Bu konuda ilgi çekici tecrübelerini oldumu?
Yazılarınızı beğenerek ve ilgiyle takip ediyorum daha sık aralıklarla yazmanız dileğiyle..