Kendileriyle - sömürecekleri insanlar arasındaki son engel olan kralları kaldırmak amacıyla saldırmışlardı. Fransız devrimini bunun için yaptılar. Fransız kraliçesine gerçekte söylemediği ‘ekmek bulamazlarsa pasta yesinler' cümlesini halkı kışkırtmak için ajan provokatörlere söyletmişlerdi. Fransız devriminin verdiği tecrübe ve başarıyla Bolşevik devrimini de yaptılar. Kralları devirdiler çünkü onlar kendi halklarına, topraklarına asla ihanet etmezdi. Ardından dünyanın en ucuz emtiası olan politikacı denen sınıfı ürettiler. Kendi çıkarlarından başka kimseye sadık olmamak üzere türetilen bu politikacılar sınıfı ile ülkeleri canları istedikleri gibi yönettiler, parçaladılar, dinleriyle oynadılar, inançlarını değiştirdiler. Bu çıkarcı sınıf aracılığıyla kendilerini göstermeden ülkelerin kanlarını emdiler, savaşlar çıkardılar, paralarını kendileri bastılar, doğal kaynaklarına el koydular.
Küresel sermaye ile anlaşarak bir denge kuran bazı Avrupa devletleri monarjilerini korurken (Lüksemburg, İspanya, Belçika, Danimarka, Norveç, İngiltere) Fransız devrimine ve Bolşevik ihtilaline kurban edilen diğer Avrupa ülkeleri ise kralsız kalmışlardır. Dikkat edilirse görülecektir ki savaşı kaybeden ülkelerin monarşileri de gitmiştir. Örneğin I. Dünya savaşını kaybeden Almanya'da II. Wilhelm Hollanda'ya sürgüne gönderilerek krallık ortadan kaldırılırken, Türkiye'de padişah ve halife Vahdettin sürgüne gönderilerek her iki makamda ılga edilmiştir. Yani çok açık bir şekilde kaybeden bir ülkeye verilebilecek en büyük ceza krallarını ortadan kaldırmak, onların devlet sisteminde bıraktığı boşluğu “halkın seçtiği” politikacı denen leş yiyicilerle doldurmaktır.
Avrupa devletleri içinde en şeytani zekalısı olan İngiltere, orta yolu bulan devletler arasında yer alarak hem Kraliyetini korumuş hem de politikacı denen çıkarcılar güruhuna yetki vererek küresel sermaye ile bir çeşit güçler dengesi inşa etmişti. Hayati bir tehlike görmediği sürede de bu güç dengesine müdahale etmemiş, bu para harici dini olmayan küresel güce (küresel sermaye) Londra'da (The City) yer ve otonomi vererek anlaşma yoluna gitmişti.
Türkiye ise I. Dünya Savaşının bir diğer kaybedeni olarak dili, kültürü ve tarihinin yanında Osmanlı hanedanını kaybetmiş ve onların bıraktığı boşluğa bu politikacı sınıfı ikame edilmişti. Geçiş döneminde ise durumdan rahatsız olan halka gözdağı vermek ve yeni sisteme razı etmek için diktatörler aracılığıyla istiklal mahkemeleri kurulmuş, sahte isyanlarla toplu cezalandırma ve sindirme yoluna gidilmişti. Halka tek yolun politikacıları aracılığıyla sistemde söz sahibi olabilecekleri fikri enjekte edilmişti. Politikacılar ise gerçekte halkın değil onların malıydı ama ara sıra bu yığının içinden her şeye rağmen ülkesini çıkarına satmayacak olanlar çıkmış ama onlar da kısa sürede derdest edilmişlerdi.
Bütün bunları niye anlattık?
Bu ay ülkemizde yapılacak anayasa değişikliği referandumunun bütün Batı aleminin derdi haline geldiği ayan beyan ortadadır. Türkiye, bu politikacı güruhunun ülkeye verebileceği zararı en aza indirgeyecek bir sistemi hayata geçirmeye çalışmaktadır. İşte Batının derdi olan şey tam olarak budur. O yönetmeyi çok iyi bildikleri politikacı “elitlerimiz”, onlar eliyle oluşturdukları kaoslar üreten sistemleri tehlike altındadır. Bu dert aslında çok uzun zamandır içlerini kemiriyor, korkuları manşetlerine yansıyordu.
Küreselci efendilerinin düdüğü çalmasıyla birlikte içerideki tasmalı medyaları da saldırıya geçiyor, subliminal mesajların ardı arkası kesilmiyordu. (7 ay içinde atılmış 3 Hürriyet gazetesi manşeti)
İşte Nisan ayında oylanacak olan referandumun kısa özeti budur. Konu o madde geçerse bu olur, bu madde geçerse şu olur meselesi değildir. Hangi madde geçerse geçsin, bu ne idüğü, kimin yazdırdığı belirsiz NATO anayasasının küresel efendilerin istediği zamanlama doğrultusunda kaos üretecek şekilde her tarafa çekilebileceğini geçmiş senelerde defalarca gördük. Bırakın 367 krizinin anayasaya rağmen nasıl çıktığını, minicik bir anayasa kitapçığının masanın bir tarafından diğer tarafına biraz hızlı seyahati sonrasında Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizinin (2001) nasıl kolaylıkla patlatıldığını hep birlikte görmüştük.
Çok basit anlatmak gerekirse, Türk devleti dünyanın hızla büyük bir kaosa doğru sürüklendiğini görmektedir. Sokaktaki insanlar fark etmemiş olsa da bunun önlemlerini uzun zamandır almaya çalışmaktadır. Nisan ayında yapılacak olan referandum muhtemelen bu planların sadece küçük bir parçasıdır. Olaylara hızlı reaksiyon gösterebilecek, kolayca yönetim kaosu çıkartılamayacak bir sistem kurma adımıdır. Batı alemi bunun farkındalığıyla tüm güçleriyle bastırmaktadır.
Bu durumun sadece Türkiye içinde yaşandığını düşünmekte bizce yanlıştır. Türkiye içinde yaşanan savaş aslında küresel ölçekte tüm dünyada sürmektedir. Ülkesinin iyiliğini isteyen her lider hemen diktatör damgası vurularak alaşağı edilmeye çalışılmaktadır.
Artık dünya halkları politikacılar denen bu mahlukattan bıkmış ve alternatifler aramaktadır. Olaya Avrupa özelinde baktığımızda bu alternatiflerden biri, küreselcilerin yönettiği birleşik Avrupa sistemine karşı radikal eleştiriler yöneltiyor gözüken, ulus devleti savunan ırkçı/faşist partilerdir. İki örneğe bakalım:
Avusturya 1999:
Avusturya'nın aşırı sağcı lideri Joerg Haider, 1999 seçimlerinde partisini 2. sıraya oturtmayı başarmış ancak milliyetçi söylemleri nedeniyle AB'nin aforozuna uğramıştı. Hükümete katılan Haider, Adolf Hitler'in "çalışma örgütlenmesini" benimsemesinden ötürü Avrupa Birliği'nin şimşeklerini çekince, hükümetten ayrılmak zorunda kaldı. Yahudi düşmanlığıyla da tanınan Haider, uzun zamandır sloganlarını yumuşatmıştı. Haider, 2002'de Bağdat'a giderek Saddam Hüseyin'le görüşmüştü.
Türk ve göçmenlere karşı yaptığı ırkçı açıklamalarıyla bilinen Avusturyalı ırkçı lider Jörg Haider trafik kazasında hayattını kaybetti. Son seçimde başka bir ırkçı partiyle birlikte yüzde 28 oy alan Haider ulusal politikada etkili olmak için hazırlık yapıyordu. (11. Ekim.2008)
İngiltere 2016:
AB ve küresel sermaye ile birgün yollarını ayırma olasılığına karşı İngiliz derin devletinin her daim el altında tuttuğu UKİP (Birleşik Krallık Bağımsızlık partisi) yıllarca İngiltere'nin AB'den çıkışını ve aşırı sağcı politikaları savunmuş bir parti olarak 1990'lı yılların başından beri bu ülkede faaliyet göstermiştir. AB'den ayrılma referandumu olan Brexit öncesinde İngiltere'nin değişen planları çerçevesinde parlatılmış, sonuna kadar Brexit'i savunmuş ve İngiltere kraliçesinin referandum öncesi son dakika pası ile amacına ulaşmıştır.
“İngiltere'deki Brexit'te Avrupa Birliği'nden ayrılmak isteyen kampın önde gelen isimlerinden olan UKIP lideri Nigel Farage görevinden istifa ettiğini açıkladı. Sağcı lider Londra'da yaptığı konuşmasında hiçbir zaman politik bir kariyer istemediğini ifade etti. (…) Ülkesinin AB'den ayrılma kararı alması ile sonuçlanan referandum ile görevini yerine getirdiğini belirten Farage, ayrılığın gerçekleşeceğine inandığını kaydetti. (4 Temmuz 2016, Hürriyet)
İlginç bir şekilde bu partinin lideri Nigel Farage referandumu takip eden günlerde ölüm tehditleri aldığından ve dışarı korumasız çıkamadığından dert yanıyordu. Farage'ın seçim yenilgisini bahane ederek parti başkanlığından ayrılma kararı almasında, sonunun Avusturyalı Haider gibi olmasından korktuğunu düşünmek yanlış olmaz herhalde.
Bütün bunlara Rusya'da Putin iktidarı ile ülkeyi ele geçirmiş olan küresel sermayeci sülüklerin nasıl ülkeden kovulduğunu hatırlayalım. Ve son günlerde arşivimize aldığımız ve kullanmaya fırsat bulamadığımız bir haber küpürü:
İngiltere AB ile artık bağımsızlığını paylaşmak istemezken, Rusya'da “birileri” Çarlık dönemi Rusya'sını gündeme sokmaktadır.
Türkiye ise Osmanlıyı filmler, diziler ve hanedan mensupları aracılığıyla yeniden ‘hatırlamakta' ve dindar halkı ile yeniden barışmaktadır.
Avrupa'da milliyetçi partiler AB'den bağımsızlık yolunda çabalarken, Türkiye'de parti programında milliyetçiliği daha ön plana çıkaran partimizin referandumda canla başla iktidar partisini desteklemesi bir yana, artık gündemden düşmüş/unutulmuş anayasa değişikliği konusunu yeniden ısıtıp gündeme getirdiğini hatırlatalım.
Küresel olayları anlamadan; Türkiye içi kısır çekişmelerle, ayak oyunlarıyla, sözde ideolojilerle uğraşmanın/vakit kaybetmenin ne kadar komik gözüktüğünü umarız anlatabilmişizdir.
Bu savaşın karşılıklı hamlelerle giderek şiddetleneceği sonucunu çıkarmak için dahi olmak gerekmiyor.
Fransız devrimi ile laiklik adı altında bütün dünyanın dini ile birlikte ekonomisini de elinden alarak köleleştiren bu küresel çete ile hesaplaşma, melanet “dinleri” laikliği tarihin çöplüğüne gömerek Fransız ihtilalini geriye sarmanın vakti gelmiştir.