Lütfi Bergen

Ziya Gökalp ve aile

17.09.2018 12:35:54

Ziya Gökalp, İslâmiyet öncesi Türk ailesi hakkında Türk Medeniyeti Tarihi'nde boy, sop, soy, pederî aile (baba ailesi), izdivacî aile (evlilik ailesi) olmak üzere beş tipten bahseder (Gökalp, 2015: 285). Türkçülüğün Esasları adlı kitabında ise eski Türklerde aile dört dereceden ibarettir: Boy, sop, törkün, bark (Gökalp, 1990: 152).

Boy:

Gökalp'e göre eski Oğuzlarda “aile” adı, “boy” ismiydi. Salur Kazan, Bügdüz Emen, Kayan Selcik isimlerinde birinci kelimeler boy adı olup ikinci kelimeler küçük addır. Ancak boy adının küçük addan sonra gelmesi de mümkündür. Yunus Emre'deki ‘Emre' kelimesi, Oğuz ilinin İmre boyunu işaret eder. Oğuzlarda her boyun kendisine mahsus bir ‘damga'sı, bir ‘ongun'u, bir ‘söyük'ü vardır. Her boy sürülerini ve hazinelerini kendi damgalarıyla nişanlarlardı. Yakutlarda ‘boy'a ‘sip' denmiş, kelime Anadolu Türkçesinde ‘sop' şeklini almıştır. Yakutlarda sipin fertleri arasında iktisadî müşareket (ortaklık) mevcuttur. Bir adam mensup olduğu sipin içinde istediği evde saatlerce oturup uyuyabilir. Gökalp, bu durumu ferdin kendi boyu dahilinde her evde tasarruf salahiyeti bulunduğu şeklinde yorumlamıştır. Küçük aileler araziyi de zuğlara taksim edip ayrı ayrı ekebilirler; fakat toprağın ortak mülkiyetini bozamazlardı.

Ziya Gökalp, Cengiz yasasına referans vererek boyun kırkar hanelik zümresine de işaret etmektedir. Buna göre her kırk hane senevî olarak dört izdivaç gerçekleştirmek mecburiyetindedir. Eğer delikanlılar izdivaç yapamayacak kadar fakirse, bu zümreler nakden yardım ederek onların evlenmesini sağlamalıdır. Her kırk hanede her sene dört izdivaç vukua gelmezse zümre reisi bundan mesul tutulacaktır (Gökalp, 1990: 153). Gökalp'in kırk haneyi “zümre” olarak işaret etmesi, Hz. Peygamber'den rivayet edilen “Kırk haneye kadar komşu sayılır” (Rûdânî, 2003: 317) ifadesiyle benzeşmektedir.

Soy:

Gökalp, “soy” kelimesini de amcazâde, dayızâde, teyzezâde, hâlâzâde gibi akrabaların mecmuu olarak açıklar. Soya hem ana hem baba cihetinden akrabalar dahildir. Eski Türklerde ana soyu ile baba soyu kıymetçe birbirine müsavidir. Asalet yalnız baba cihetinden muteber değildir. Bir adamın tam asil olabilmesi için hem ana hem baba cihetinden asil olması gerekir. Eski Türklerde soyca büyük olan hükümdar olur; Avrupa'da ise evde büyük olan şehzade hükümdardır (Gökalp, 1990: 154-155). Soy, Garp Türklerinde yedinci göbeğe kadar çıkar, soyun dışarısında kalanlar yabancı sayılırdı.

Törkün:

Bu, “baba ocağı” denilen şey olup pederî ailedir. Ocağın maneviyatı “ocak perisi” ile ifade edilirdi. Pederî aile, pederşahî aileden çok farklıdır. Pederî ailede babanın zevcesi ve çocukları üzerinde yalnız demokratik bir velâyeti vardır. Pederşahî ailede ise aile reisinin gerek evlatları gerek zevcesi zerinde sultanlık hakkı vardır. Evlatları, zevcesi ve aileye dahil sair fertler aile reisinin adi malları ve mülkleri mahiyetindedir. Bunları isterse satar, isterse öldürürdü (Gökalp, 1990: 156). Romalılarda ve Çinlilerde pederşahî aile usulü vardır. Pederî aile, tam anlamıyla müsavatçıdır (Gökalp, 2015: 298).  Törkünde ailenin devamlılığı ocak ile temsil edilirdi. Ailenin büyük evlatları evlenerek törkünü terkettikten sonra, ocak bekçisi olarak küçük kardeş kalırdı. Muayyen zamanlarda aile fertleri baba ocağında toplanarak ecdada hürmet toplantıları yapardı. Ocağın ateşinin hiç sönmemesi icap ederdi.

Bark:

Eski Türklerde bir delikanlı evlenecek yaşa geldiğinde bir kahramanlık imtihanı geçirerek il meclisinden yeni bir ad almak zorundaydı. Bu suretle ildaş mahiyetini, yani erkek-ermiş kıymetini iktisap ederek vatandaş hukukuna dahil olurdu. Böylece babasının velâyet-i hassasından çıkarak hakanın velâyet-i ammesi altına girerdi. Bu delikanlı, evlenmekle ailesinin emvalinden kendisine düşecek mirası peşinen alırdı. Alacağı kız da “yumuş” namıyla bilinen bir “cihaz” getirirdi. Bu cihaz, babasının ve akrabalarının verdiği hediyelerden mürekkeptir. Gelinle güvey mallarını birleştirerek müşterek ev sahibi olurlardı. Bunlar ne erkeğin baba ocağında ne de kızın törkününde oturmazlar ve yeni bir ev kurarlardı. Bu nedenle Türklerde her izdivaçtan yeni bir ev doğardı. İzdivaca (evlenmeye) “ev-bark” denmesi de bundan dolayıdır. Teke Türklerinde gelinle güveyin çadırı yeni yapıldığı için beyazdır; ona “ak ev” denir.

Eski Türklerde ev, zevç ve zevcenin müşterek malıydı. Törkünün perisi ocakta barındığı gibi ak evin perisi de barkta yaşardı. Evin iki perisi vardı. Biri kocaya, diğeri kadına aitti. Otağın sağında güvey, solunda gelin otururdu. Sağda kısrak ve solda inek temsilleri bulunurdu. Sağdakine “ev sahibinin kardeşi”, soldakine “ev sahibesinin kardeşi” denirdi. Eski Türklerde otağın eşiği de kutsaldı. Yabancı adam eşiğe basarsa çarpılırdı (Gökalp, 1990: 156-157). Eşiğin dokunulmazlığı dini yaptırımla da desteklenmekteydi. Ziya Gökalp'in evin kuruluşuna dair verdiği bilgiler onun “kadın-erkek eşitliği” vurgusunu haklı çıkarmamaktadır. Gökalp, erkek için “ildaş olmak” mükellefiyetinden bahsederek kadını kahramanlık gösterme ritüelinden muaf tutmaktadır. Erkeğin “ad alma” mecburiyeti, onu kadınla eşit olmayan bir statüye taşımaktadır. Barkta evin perisinin erkek için kısrak (at) kadın için inek şeklinde ayrışması da işbölümü ile ilgilidir.

Yaşar Kalafat'ın aktardığı bilgiler de iki cinsiyetin toplumsal işbölümüne ait veriler içerir: “Kaşgarlı, bir kadın doğurduğu zaman, ondan ‘Tilki mi yoksa kurt mu?' diye sorulduğunda, tilki ile kız ve kurt ile de erkek çocuğun kastedildiğini açıklıyor (…) Kuzey Kafkasya Türklerinde ise ‘Atlı mı yaya mı?' denilmekte, atlı ile erkek çocuk kastedilmektedir” (Kalafat, 1999: 88). Kadim kültürlerde hayvan bakıcılığı kadınlar tarafından yapılır. Kur'an'da Musa kıssasında kadınlar sürüyü gütmektedir. Başka çobanların (erkek) suyu kendi sürülerine kapatmaları üzerine kadınlar sürülerine su veremezler. Hz. Musa çoban kızlara yardım eder, cinsiyetçi işbölümünün gereğince davranır.

Şinasi Tekin, “bark” kelimesinin ne olduğunu “ev” kelimesinin söylediğine işaret eder. Tekin'e göre “eb-ev”; çadır, karargâh, ordugâh olarak anlam kazanır. “Bark” ise evden ayrı olarak türbe, anıt-kabir manasında kullanılır (Tekin, 2014: 86). Tekin, İslâmî metinlerde ev-bark ikilemesinin beyt-dâr anlamında kullanıldığını ifade eder. Şemseddin Sami'nin “bar” fiili için verdiği “muhafaza etmek, emin bir yere sokmak” anlamının da bark ile ilişkili olduğunu söyler. Tekin, bar fiilinin “barış” kelimesi ile de ilişkisinden bahseder. Barış kelimesinin, “varmak, vâsıl olmak, bir yere birlikte ulaşmak” manalarından türetildiğini; yine, “bar” fiilinin bir şeyi bağlamak, yerleştirmek manasına gelebileceğini dile getirir (Tekin, 2014: 92-93). Tekin'in izahlarından “bark” kelimesini “mülk”, evli kişilerin hanesi (evi), kutsallığı olan “anıt-kabir” (mahrem yer) gibi anlamlarla karşılamak mümkündür.

İzdivacî aile:

Bu aile evlenmenin neticesidir. Gökalp'e göre, “Türkler izdivaca evlenmek, ev bark sahibi olmak derler. Bark, Orhun Kitabesi'nde mabet manasındadır. Hakan türbelerinin yanında bir mabet yapılır (…) Ev de mukaddes bir mabet olduğundan bark adını aldı” (Gökalp, 2015: 300). Gökalp için bir ailenin izdivacî aile mahiyetine girmesi için pederi aileden doğması kâfi değildir. Devlet tarafından aile hakkında kanunlar vazedilmesi de lâzımdır. Cengiz'in kanunu olan Uluğ Yasa'da devlet tarafından aile hukukuna dair vazedilmiş kaideler vardı. Örneğin bir kadın küfüvü (dengi) olmayan bir erkekle evlenemezdi. Bir kızı küvüfü olan erkek istediğinde babası ve anası vermekten kaçınamazdı (Gökalp, 2015: 301). Gökalp, izdivacî ailenin tamamıyla tatbik edilemediğini düşünür. Bu ailenin teşekkülünün Avrupa'da son asırda meydana geldiğini iddia eder. Bu ailenin teşekkülü, devletin müsavat ve adalet üzerine müesses aile kanunları yapmasıyla husule gelmiştir (Gökalp, 2015: 302).

Türk feminizmi:

Ziya Gökalp'e göre “Eski Türk ailesi hem demokrat hem feministtir. Zaten demokrat olan cemiyetler, umumiyetle feministtirler” (Gökalp, 1990: 158). Gökalp, eski Türklerde kadınların tesettüre riayet etmediğini; şölenlerde, kurultaylarda, ibadetlerde harb ve sulh meclislerinde hatunların hakanlarla beraber bulunduklarını, hakanın şeriki olan hatuna, Türkân unvanı verildiğini ifade eder (Gökalp, 1990: 158). Eski Türklerde zevce yalnız bir tane olabilir ise de beylerin hakikî zevceden başka “kuma” namıyla “odalık”ları bulunabilirdi. Türkler bunları resmen zevce saymadığı gibi kumaların çocukları da öz annelerine “anne” diye hitap edemezdi. Öz annelerine “teyze” diye hitap edebilirlerdi. Kumalar hakanın ilinden (ülke) değildiler. Hatun ise, hakanın ilinden idi. Kumaların çocukları mirastan pay da alamazdı. Gökalp, eski Türklerde feminizmin en büyük şiar kabul edildiğini düşünür. Kadınlar emvâle tasarruf ettikleri gibi, dirliklere, mâlikhânelere de sahip idiler (Gökalp, 1990: 158-160).

Gökalp, “Türk ailesi” tasavvurunu eski Türklerin töre ve ahlâkı ekseninde ele almakta; Cumhuriyet için yeni ailenin kurumsal yapısını önermektedir: “Başka milletler, asrî medeniyete girmek için mazilerinden uzaklaşmaya mecburdurlar. Halbuki, Türklerin asrî medeniyete girmeleri için yalnız eski mazilerine dönüp bakmaları kâfidir. Eski Türklerde dinin zühdî âyinlerden ve menfi ibadetlerden ari olması, taassuptan ve din inhisarcılığından âzade bulunması, Türkleri gerek kadınlar hakkında gerek sair kavimler hakkında çok müsamahakâr yapmıştır (…) İstikbalde bî-taraf bir tarih, demokrasi ile feminizmin Türklerden doğduğunu itirafa mecbur kalacaktır. O halde istikbaldeki Türk ahlâkının esasları da millet, vatan, meslek ve aile mefhumlarıyla beraber demokrasi ve feminizm olmalıdır” (Gökalp, 1990: 163-164).

Ziya Gökalp, müdafaa ettiği medeniyet ve kültür (hars) ayrımını “Cumhuriyet ailesi”nin inşası meselesine tatbik etmektedir. Devletin kanunlarla ailenin yapısını belirlemesi ve “izdivacî aile”leri oluşturması gerektiği fikrindeydi. O'na göre “Türkçülüğün mühim gayesi, medeni ahlâkı yükseltmektir” (Gökalp, 1990: 166); “Türkçülüğün gayelerinden biri de asrî aile vücuda getirmektir. Asrî devletteki müsavat umdesi, erkekle kadının nikâhta, talâkta, mirasta, meslekî ve siyasî haklarda müsavi olmasını iltizam eder. O halde, yeni aile kanunu ile intihabat kanunu bu esasa istinaden yapılmalıdır” (Gökalp, 1990: 169). Gökalp, ahlâkî vazifelerin gayesinin fertler değil zümreler olduğunu ifade eder (Gökalp, 1990: 164). Şark medeniyeti dairesinde olan Osmanlı devleti ortadan kalkacak ve onun yerine bir taraftan İslâm diniyle beraber Türk harsı, diğer taraftan garb medeniyeti kâim olacaktır (Gökalp, 1990: 40). “Modern medenî Cumhuriyet ailesi”ni teklif eden Gökalp'in asıl amacı güçlü bir devlet inşa etmekti.

Gökalp'in “devletin vaaz ettiği yasalarla demokrat ve feminist ailenin tanzimi” hakkındaki görüşlerinin 1980 sonrası İslâmcı kadın yazarlar tarafından kısmen paylaşıldığı söylenebilecektir. 1980 kuşağı yazarlar için tesettür vahyi değeri yanında kapitalizme ve Cumhuriyetin modernleşme ülküsünü temsil eden tekçi ideal kadın modeli dayatmalarına itiraz açısından işlevsel görünmüştür.

Bu kuşak yazarlar tesettürün bir taraftan kendilerini ilahî olana bağlılıklarını temsil ettiğini diğer taraftan ise “kadın ve birey kimliklerini” yansıttığını ifade etmiştir. Tesettür, Batılı modernleştirmeyi dayatan siyasal erk ile kadın kimliğini teslim almaya çalışan kapitalist tüketim toplumunun ürünlerine itiraz etmenin simgesi olarak anlam kazanıyor, geleneksel toplumun ataerkil yapısına da karşı çıkıyordu. Ancak tesettür sadece modern devlet, kapitalizm, gelenek eleştirisi getirmemekteydi.

Başörtülü kadın mücadelesi eğitim hakkı, kamusal alan, eşit vatandaşlık, moda, tüketim kültürü gibi başlıklara karşı mücadele verirken kurumsal anlamı olan iki alanı dönüştürmenin de cehdi içine girmekteydi. İslâmcı kadın yazarlar İslam'ın on dört asır önce getirdiği yeni kuralları kadının aile ve toplum içindeki konumunu bütünüyle değiştirmeyi amaçlayan büyük bir devrim olarak gördüler. Miras alamayan, cariye veya köle olarak algılanan kadınların durumunu güçlendirmeye ve süreç içinde onları özgür birer insan olarak tanımlamaya yönelik tedrici kurallara vurgu yaptılar.

Dönüştürülen birinci alan: Başörtüsü mücadelesi içindeki kadınlar “birey” kavramı ekseninde düşündüler ve “Din her şeyden önce hitabını bireye yapar, bu anlamda bireyi tarihe sokan dindir” görüşünü dile getirdiler. Bu yaklaşım devlet/kapitalizm/gelenek eleştirisinin “aile” kurumuna karşı da yöneltilmesini kaçınılmaz kılmıştır. Dolayısıyla İslâmcı kadınların metinlerinde koca (erkek), kimlik dayatan, ailesi hakkında tek başına karar veren, aile fertlerinin hayatlarına tasarruf eden, diğer değişle Ziya Gökalp'in pederşahî diyerek eleştirdiği kurumla özdeşleştirilerek tanımlandı. İslâmcı kadınlar Medeni Kanun'da aile kurumuyla çatışan kadın lehine hükümleri eleştirmediler. Bu durum, aile kurumunun dönüşmesine rıza üretmekteydi.

Dönüştürülen ikinci alan: Kadınların kamusal hayata aktif katılımlarıyla birlikte dinin ubudiyet mekânlarının da demokratikleştirilmesi ve feministleştirilmesi (kadın erkek eşitliğine uğratılması), giderek bu mekânların yeniden düzenlenmesi talebi de gündeme getirilmektedir. Bu yeni talep Emevi-Abbasi-Selçuklu-Osmanlı asırlarının “kamusal alan” düzeni içinde, “kadına camilerde pek az yer ayrıldığı” söylemiyle dile getirilmektedir. Böylece hem 1300 yılı aşkın bir tarihsel gelenek eleştirilmekte hem de İslâm şehir ve mimarî felsefelerinin modern kentsel-metropol düzeniyle uyumlulaştırılmasının kapısı açılmaktadır. Cami projelerinde kadına ayrımcılık uygulandığını ve ibadet mekânlarının yeniden düzenlenmesi gerektiğini dile getiren bu söylem, mevcut projelerdeki “kadın karşıtı kısıtlama”nın Asr-ı Saadet pratikleriyle bir ilgisi olmadığını Mescid-i Nebevî'nin kullanımı üzerinden örneklemektedir.

Ancak bu örnek, Mescid-i Nebevî'nin aynı zamanda Hz. Peygamber'in eşlerinin hücreleriyle (beytleriyle) entegre bir külliye olduğunu; beytlerin, Hz. Peygamber'in eşleriyle “eşit olmadığı” hususunu kanıtladığını dikkatinden kaçırmaktadır.

 

  • Gökalp Ziya, Türk Medeniyeti Tarihi, Ötüken Yayınları, 2015
  • Gökalp Ziya, Türkçülüğün Esasları, Hazırlayan: Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990
  • Kalafat Yaşar, Doğu Anadolu'da Eski Türk İnançlarının İzleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1999.
  • Rûdânî, Büyük Hadis Külliyatı, İz Yayınları, c: 4, 2003
  • Tekin Şinasi, İştikakçının Köşesi-Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin Hayatı Üzerine Denemeler, Dergâh Yayınları, 2014

  1. Turkiye Turkiye

    Hunca Göktürkçe kutlukca dillerini öğrenmeden o zamana ait verilere bakmadan. Biz Türkler mavi kanlı üstün insanlar idik ne olduysa Araplar bizi bozdu. Ziya ırkına hizmet verdi. Asla gök olmadı hele Alp kanında bile yoktur. Ama bu intiharkolik dipsiz kuyuya attığı taşı çıkarmak ile uğraşıyoruz. Dekart in turkiye acentası Rum Hastanesi'nde ruhunu teslim etti (Abdullah Cevdet)

YORUM YAP