“Ufkî Şehir” diye bir kavram kullanılıyor. Gerçekte “şehir” zaten ufkî bir dayanışmadır. Kent ise “amudî” bir yapılaşmadır.
Şehirden bahsederken içtimaîliğe vurgu yaptım; “dayanışma” dedim.
Kentten bahsederken ise “yapılaşma” kelimesini seçtim.
Şehir kavramını kullanıyorsak onun dikey (amudî) olamayacağını da baştan kabul etmeliyiz. “Şehir”; ahlâk, adalet, iffet, hikmet, erdem, fütüvvet için yaşayan bir toplulukla “esenlik” arayışıdır.
Hz. Peygamber (asv) Medine'yi inşa etmeye geldiğinde mimarîden başlamamıştır. Medine'nin oluşumu “konut sorunu”na da sebebiyet vermemiştir.
Son dönemde şehri “mimarî”nin meselesi olarak ele alan müellifler, onun dinî-iktisadî-fıkhî - yönünü görmekten kaçınıyor. “Mahalle”yi bina yığını sayıyorlar.
“Mahalle” kavramını yer-mekâna bağlayarak ele alıyorlar. Mahalle birbirine kefil olmuş 40 hanedir.
Mahalleye ve şehre mimarîyle varamayız.
Mahalle ve şehirle mimari olana da varmayız; ama ahlâkî ve adil olana varabiliriz. Mimarî bu ahlâkîliğin aracı olarak ortaya çıkar, çıkmalıdır.
Biz “mahalle” kavramını kullanırken birbirine komşuluk hukukuyla bağlanmış hanelerle kurulmuş bir malî-idarî birimden ve cemaatçi bir yapıdan bahsediyoruz. “Yakın Komşu”, “Uzak Komşu” kavramları vahiyle bildirildi.
Kur'an “O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve ana-babaya, akrabaya, yetimlere, miskinlere, yakın komşuya (vel câri zil kurbâ), uzak komşuya (vel câril cunubi), yanınızdaki arkadaşa (eşlere), yolda kalmışa ve elinizin altında sahip olduklarınıza (köleye, cariyeye, işçilere) ihsanla davranın” (4 Nisa 36) diye emretti.
İbni Ömer ve Âişe (ra)'dan gelen rivayetle Resûlullah (asv) şöyle buyurdu: “Cebrâil bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım” [Buhârî, Edeb 28; Müslim, Birr 140, (2624); Ebû Dâvud, Edeb 132, (5151); Tirmizî, Birr 28, (1943).]
- Selim ARIK'ın “Hadislerde Kırk Sayılarına Genel Bir Bakış” makalesinde ise şu izahla karşılaştım:
“[Ka'b b. Mâlik (r.a) Rivâyeti: Taberânî, Mu'cemü'l-Kebir, XII, s. 417]: “Dikkat edin! Kırk ev komşudur” Hadis, zayıf kabul edilmekle birlikte, burada komşu hukukunu bildirme ve komşu haklarına dikkat çekme bakımından “kırk ev” şeklinde bir sınır çizilmiştir. Buradaki kırk sayısı ile öncelikle bir dikkat çekme vardır. Nitekim bir başka rivayette “Komşu hakkı sağdan, soldan, önden arkadan kırk evdir” denilmiştir. Bazı âlimler bununla taksimi kastetmiş olma ihtimalinin bulunduğunu, bu durumda her cihetten on ev düştüğünü söylemişlerdir. Hatta âlimler bu rivayetlerden hareketle komşuluk sınırının tayininde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları “Sesimizin ulaştığı herkes komşudur” derken, bazıları da “Mescitte seninle sabah namazını kılan komşudur” demişlerdir. Görüldüğü gibi hadisteki belirtilen “Kırk ev” ifadesinden anlaşılan ayrı ayrı kırk ev olabileceği gibi, belki kesretten kinaye bir ifade de kabul edilebilir” (Arık M. Selim, İslâm Medeniyeti Araştırmaları Dergisi, C: 1, S: 1, s: 136-181, 2014).
Artık birbirimize komşu değiliz. Yasalar da komşuluğu yıkıyor.
Kentsel Döşünüm Yasası (6306) kötü bir yasa. Binada küçük bir hisse alan müteahhidi durduracak hiçbir madde içermiyor. Müteahhit, Bakanlığa başvurup “riskli bina” kararı aldığı takdirde komşularının evlerini başlarına yıkabilir, itiraz edenin arsa payını ihalede eline geçirebilir. Böyle komşuluk olur mu?
Bu zihniyetle bina yapılabilir ama mahalle inşa edilemez.
Demem o ki, kentleşme zihniyetinin “servete hücum” fikriyle muhafazakârlar komşularının evlerine göz dikmiş durumdadır. Bu kanunla artık komşu, komşunun düşmanıdır. Eskimeye yüz tutan bina yıkılacak, bin cefa ve emekle alınmış evlerin önüne ev yapılacak. Hayat boyunca “şu toprak bana ait” denemeyecek.
İnsanın bastığı toprağı onun vatanı kılamazsanız, güneşini ondan alırsanız, yasa gücüyle evinden kovarsanız nasıl mahalle kuracaksınız? Platon, “insanın en büyük hikmeti şehir kurma hikmetidir” demiş. Bu ifadeyi çok beğeniyorum. Bu hikmeti kaybettik, komşuluğu az bir pahaya terk ettik.
Mahalle, insanların mekânla birbirine bağlanması değil ki?
Mekânla birbirine bağlananlar ahırda tutulup, sütü sağılanlardır.
“Yılanların Öcü” hikâyeleri yaşamak üzereyiz.
Hatırlayalım: Karataş köyünde Deli Haceli ve karısı Fatma, Irazca ve ailesinin (Kara Bayram, Hatça) esenlik dolu evinin önüne ev yapmaya kalkınca kavga kopmuştu: “Bir adamın, başka bir adamın evinin önüne ev yapmağa kanunda hakkı yoktur! Eğer Haceli senin evin önüne ev yaparsa, seninkinin manzarası kapanacak. Manzarayı geç, yarın getirir senden yana bir hela kor, gayri ölüp ölesiye efendinin kokusunu çek! Haceli evin altını ahir yapacak. Nereye atacak gübreyi? Her evin gübresi kendi ardına atılır. Haceli evi yaparsa ardı nere olacak? Tabii senin evin önü, Haceli'nin gübreliği! Çekilir mi bu Kara Bayram? Sen çeksen bile köylü neye çeksin? Kim oluyor Deli Haceli, köy içine ev yapacak? Pisin biridir. Karataş'ın şerefi yok mu?” (Baykurt Fakir, Yılanların Öcü, Literatür Yayınları, 2006: 52).
Dağdan gelip bağdakini kovmaya yasa izin veriyorsa, Ağla Sevgili Yurdum!