İzmir'de, mahallede hemen hemen her gün karşılaşırdım onunla.
Çoğunlukla kuşandığı hırpaniliğinin tersine bazen meczup demeye bin şahit isteyen bir görüntüyle çıkardı karşıma. Ak pak takım elbisesini tamamlayan elindeki janjanlı çanta birden onu Levent'teki plazalarda çalışan beyaz yakalılardan biri yapıverirdi gözümde.
Her defasında meydandaki fırının önüne konulmuş masalardan birinde, çayını yudumlarken karşısında hakikaten biri varmışçasına derin bir sohbete dalıp gitmiş bulurdum onu.
Burada onun benzerleri sanki her yerde.
Bir değil, iki değil, üç değil…
Kendi kendine konuşan o kadar çok insan görüyorum ki sokaklarda.
Öyle ki hangi caddede yürüsem hangi yola girsem kendi kendiyle derin bir muhabbete dalmış bir meczuba rastlayacağımı düşünür oldum.
Çoğunlukla üzerinden yokluk, yoksulluk, kir, pas dökülen haldeler hepsi de.
Belli bir saatten sonra ağır bir soğuğa teslim olan şehrin en cazip caddelerinde buldukları fersude kartonların, kirden dökülen yatakların üzerinde eskimiş battaniyelere sarılıp uyumaya çalışan evsizleri saymıyorum bile.
Kimini kendisine ait bir mekanmış edasıyla sahiplendiği bir köşede umarsız sallanmalarıyla…
Kimini etrafında akıp giden onca insana aldırmadan bütün ciddiyetiyle kendini kaptırdığı bir bulvarın kalabalığında…
Kimini de uzun bir caddenin üzerinde beş metrekarelik bir alana kıstırılmış gibi huzursuzca ve huysuzca etrafında volta atarken görüyorum. Hepsi de her bir kelimesine ihtimam gösteren bir ifadeyle konuşuyor kendisiyle.
Her seferinde de mahalledeki meczup geliyor aklıma. Lakin burada sayılarının çok olmasını garipsiyorum.
Deli olana, divaneliğin sırrına erene değil garipsemem. Aksine bihuş hallerin sınırlarına ulaşmışların ettiği kelamları önemserim. Meczuplara karşı hüzünlü bir sevgi ve saygı dahi duyarım.
Fakat daha öncesinde dikkat etmediğimi düşünsem de gerçekten bu insanların sayısında bir artış var.
Hani sanki şehrin bütün meczupları çarşı iznine çıkmış gibi.
Benden çok daha uzun yıllardır burada yaşayan arkadaşıma bu gözlemimi sorduğumda o da teyit ediyor kendi kendine konuşan insanların sayısının arttığını.
Ona göre sebebi 1992-1999 yılları arasında Victoria'nın 43. Başbakanı olarak görev yapan Liberal Partili Jeff Kennett'in yanlış politikaları.
Kennett'in iktidarı boyunca birçok sosyal alanda kesinti yaptığını biliyorum. Sağlık dolayısıyla psikolojik ve zihinsel sorunlar yaşayan insanların bakım ve tedavisi için harcanan desteklerin o kesintilerden nasiplendiğini de.
Fakat bu sebep olsa olsa insanların neden meczuplaştıklarına değil de onların sokaklarda çoğalmalarına bir cevap olmaz mı?
Öyleyse nedir İngiliz Economist dergisinin araştırma birimi Economist Intelligence Unit'in her yıl yayınladığı en yaşanılabilir şehirler listesinde hep birinciliği kapan Melbourne'de kendi kendine konuşan insanları çoğaltan asıl sebep?
En başta yıllarca çok imrendiğimiz ve en nihayetinde sahiplerinden bile daha fazla sahiplendiğimiz Batı tarzı hayat anlayışının olduğunu söylemek yanlış mı olur?
Aile sıcaklığını öteleyip neredeyse unutturan…
Kırılma ve parçalanmaları hızlandıran bireyselliği aşırı derecede kutsayan…
Mahremiyeti tarumar ettikçe albenisi yitip giden ilişkileri çoğaltan…
Zamanı göz alıcı, gürültülü alışveriş merkezlerinin koridorlarında katletmeyi “kaliteli yaşam” diye belleten…
İnsan ilişkilerinin ömrünü satın alınacak, verilecek hediyelere endeksleyen…
Yok “kişisel alan” yok “özel alan” derdine yalnızlığı körükleyip marazi bir hürriyet anlayışının yerleşmesine sebep olan bir hayat tarzının delirmelerde günahı az mı?
Faydası tartışılır bir yığın planların içine iteklenmiş insanları sürekli devri daim yapması gereken bir koşturma içine iterken yüreğe dokunmayan, sevgiden ve insan sıcaklığından uzak, mekanik ilişkilerle çevrelenmiş hayatlar sürdürmek zorunda bırakıyor bu bireysellik anlayışı.
Bir açık tımarhane karmaşıklığı, hayatları hızla tarumar ederken kendi kendine konuşan insanların çoğalacağı bir sonu da hazırlıyor maalesef.
Sigara, alkol, uyuşturucu, kumar, seks ise bu hayatların olmazsa olmaz yalancı ve sahte limanları.
Bunlardan uzak dursanız da kurtulmuş olmuyorsunuz. Kişileri her fırsatta evinin dışına çağıran gürültülü, renkli, tantanalı ve masraflı AVM'ler ve sokaklar da o hayatın çarkı içine itiyor insanı.
Sistemin reklamlarla, kamu spotlarıyla hatta hak-hukuk söylemleriyle bu belalarla mücadele ediyor gözükmesi de koca bir aldatmaca aslında.
Öyle olmasa her adım başı işsizlere, çalışanlara, emeklilere verilen maaşları geri alan kumar makineleri her gün bir başka semtte mantar misali biter mi?
Ya da alkol hızla hem ergenliğe girişin hem de yetişkin muhabbetlerine dâhiliyenin ön şartıymış gibi yaygınlaşabilir mi?
Aşkın saygınlığı, muhabbetin keyfi, evin sıcaklığı, mahremiyetin önemi yüksek, soğuk ve kalabalık kentlerin sokaklarında hızlı heba edilir mi?
Dünyanın her yerinde her geçen gün pervasız bir dağınıklık içine savruluyor insan.
Böylece bir yandan sahte, sentetik, hesaplı, evhamlı ilişkiler çoğalırken öte yandan yüke direnemeyip kendine sığınan ve kendisinden başkasıyla konuşmayanların sayısı artırıyor.
İnsan diğeriyle konuşarak, paylaşarak, sevgiyi ve içtenliği artırarak ayakta kalacağını unuttukça hızla deliriyor.