İbadethaneler ihtişamlı yükseltileriyle, beşerî şahsiyeti, Allah ile ilişkisindeki ulvilik arayışına gezgin kılmaktaydı. Bugün, ulvilik arayışının mekânı yıkılmıştır.
İnsan, merkezinde Allah fikri olan evrendedir.
Şimdiki yapıların ibadetgâhlardan daha yüksek olması meselesi ontolojinin konusu.
Şahsiyeti ferdiyetle yıkılmış bireylerin önündeki kulevarî yükseklik ve mütekebbir yapı, ezen, yöneten, yönlendiren bir cüceleştirmeyi güdüyor. İnsan küçülmüş, aşağılanmış ve hücrelere tıkılmıştır.
Konutları hücre gibi düşünmek de mimarların işi.
Le Corbusier diyor ki, “Hücreler (konutlar) yirmi, kırk, altmış kat üzerinde dengelenecek. Sadece insan 1 metre 75 cm'lik boyuyla, değişmeyen mekanizma, şehrin devasa yapılı sokaklarında kaygı duyacak. Öyleyse, bu büyük aralığın iç daraltan boşluğunu, insanlar ve şehirleri arasına iki ölçüyü de sağlayan oranlı bir ortalama getirerek donatabiliriz: Ağaçlar dikmek gerek!” (Le Corbusier, Şehircilik, Daimon, 2014: 70). Ekliyor: “Egoist bireysellik sürüp gitse de ağaç, her durumda, fiziksel ve ruhsal rahatımız için karşımızda.” Gökdelen katlarının yüksekliğini ağaçlarla gizlemek Le Corbusier'in aklına İstanbul gezisinde geliyor.
İnsanın kendi egoizmi sonunda yakalandığı musibetlerde ağaç ardına saklanması tesadüf sayılmamalı. Âdem ve eşi “ağaçtan tadıp” edep yerleri görününce, “üzerlerine cennet yaprakları yapıştırmaya” (7 Araf 22), “Cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar” (20 Tâhâ 121).
Sonra, Âdem ve eşi tevbe eder. Allah şöyle der: “Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. Kim hidayetime tâbî olursa, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz. Ve kim Benim zikrimden yüz çevirirse, o taktirde mutlaka onun için “sıkıntılı bir geçim vardır” (20 Tâhâ 123-124).
Zikri unutmak ile “sıkıntılı bir geçim (maîşeten danken)”arasındaki bu irtibat önemli. Zira “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, vaadi de fakirliktir; size, cimrilik, çirkinlik ve hayâsızlığı emreder” (2 Bakara 268).
Şeytanın saldığı “fakirlik korkusu” beşere bulaştı.
Mimari nesne, yine evrenin izdüşümü, kainatın mimaride yansıması olmaktan çıkmış, tabiatın kullanılmasının çatısı haline gelmiştir. Ontolojik yaklaşımda mimarlık nesnesi, evreni oluşturan bütünün parçası kılınmalıydı.
Bugünün mimarisi “yağmurun sesini”, “rüzgarın uğultusunu”, “baykuşun ötüşünü” insana vermeyen biçim kurmuştur, bir tekebbür formu olmuştur.
Stadyumlarda yükselen sesi kainata savuran anlam nesnesi, mimaridendir. İnsan kalabalıklarının bağırtısı mimari ile Allah'ı zikretmeyen bir ulviliğin peşine düşmektedir. Eğer mimari düşünce, kainatın ahengini ve insanın anlam arayışını mesele etseydi, yağmur sesini bastıran kalabalık gürültülerine meftun olmayacaktı.
Yapılarda hayat arayışına dair birşey bulunması lâzımdır; hayat kainata ait bir değer solumalıdır. Mimarî, kainata doğru soluklanmalıdır. Zira, homojen mekânlarda “özün belirsizleşmesi” modern mimarinin ontolojiyi kaybetmesiyle ilgilidir.
Şunu talep edebiliriz: “Öyle bir mimari inşa eyle ki, kırlangıç çatı altında sana komşu olsun, leylek yakındaki söğüt ağacında yuva kursun.”
Varlığın oluş halindeki yapısının bir arınmaya vesile olması gerekirken, insana sürekli günah yüklemesi, çatışma kurması, hayatî mesele sayılmalıdır.
Allah her an bir iştedir (55 Rahman 29). Kainat sürekli genişlemektedir. İnsan bunun neresinde?
Mimari günümüzdeki sapmasıyla zaman içinde akan yapılar yapamamakta ve zamanı-oluşu betonla dondurmaktadır. Taş ve nesne “olmak istemekte”, lâkin kainattaki anlamsal bütünden koparılmaktadır.
Heidegger diyor ki, modern teknikte nesne “karşıda-duran” olmaktan çıkmış, “el-altında” duran haline gelmiş, yani aslında nesne olma karakterini kaybetmiştir. Nesne, “el-altında duran” haline getirildiğinde “bir meydan okuma”dır, “doğanın enerjilerini sömürmek”tir.
Öznenin mimarî nesneyle aradığı ulvîlik, kainata saplanmış homojen bir hücre-yapı imal ederek değil, kullanıcısıyla anlamsal ilişki kurarak varolur. “Varlığın mimarisi” böyle olur.
İçine girdiğimiz nedir, fıkaralık!