Bir görüşe göre Türkmen göçebeliğinde mündemiç asabiyet, Türkmen karakterindeki iyilik değerleriyle birleşerek gaza-ikta gibi kurumlar inşa ederken merkezileşmiş bir devleti ve şehirleşmiş bir toplumu kurmuştur. “Coğrafya ve din gibi harici müessirler, Oğuz göçerlerinin dünyasından / asabiyesinden devletler ve umranlar çıkarmış; medeniyetimiz gördüğü en yüksek tecrübelerden birisini yaşamıştır.”
Bu analizde Türkmenlerin Anadolu'da “devlet kuran asabiyet” olduğu iddia edilmektedir. Bu paradigma, Anadolu'da varlık bulan Yesevîlikten beslenen Türkmen toplulukların diyaneti siyasetten ayıran teolojisine aykırıdır.
Türkmenlerin Anadolu'da yurt tutarak şehir kurmaları devlet inşasından önce gerçekleşmiştir. Bu anlamda Anadolu'da Türkmen “göçebe evli” topluluklarca evvel emirde şehirlerin kurulduğunu, daha sonra şehir sistemleri üzerinden devletin tesis edildiğini gözden kaçırmamak gerekir.
Nurettin Topçu'nun “Türkmen göçebeler Anadolu'ya geldiler Etilerle karşılaşıp çiftçi oldular” yaklaşımı hatalıdır. Türkmenler Nurettin Topçu'nun zannettiği gibi “göçebe” değil “göçebe evli-yürüyen şehirli” topluluklar olarak Anadolu'da yer-yurt tuttular. “Göçebe ev-yürüyen şehir” kavramının önemi şudur: Bu şehir kuramında göçebe gibi algılanan topluluk içinde göçebelikle açıklanamayan demircilik, dericilik, bahçecilik, değirmencilik gibi meslekler de yaşamaktadır. Rençperlikle uğraşan Yunus Emre'nin kıtlık yılında Hacı Bektaş'tan buğday istemeye geldiği unutulmamalıdır. 1171'de doğan Ahi Evran'ın debbağ (derici) olduğunu da hatırlarsak Nurettin Topçu'nun Türkmen göçebeliği hakkındaki tasavvurlarının doğrulanamayacağı anlaşılacaktır. Umrancı teori müderris olan Hacı Bayram'ın hadareti terk edip burçak ekmeye başlamasını izah edemeyecektir.
Göçebelikten uygarlığa evrilen Umrancı “Türk devlet treni” kuramının Türkmen-Oğuz şehir teolojisi ile bir ilgisi yoktur.
Bu noktada Faruk Sümer'in sözlerini hatırlayalım: “Osmanlı müellifleri, Anadolu Türkleri'ne ve bilhassa köylülere Etrâk-i bîidrâk demişlerdir. Fakat bu müellifler ve bütün Osmanlı idarecileri, Anadolu Türkleri'nin devletin asıl dayanağını teşkil ettiklerini idrâk edememişlerdir. Böylece Türk cemiyetine zaaf gelince Osmanlı devleti de kudretini kaybetti. Osmanlı, son asırlara kadar Anadolu'nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla harcamış, fakat ona hiç bir şey vermemiştir. Bu yüzden Anadolu Türkleri yoksul ve geri kalmış bir cemiyet, Anadolu da harab bir memleket haline gelmiştir. Anadolu halkı arasında idarecilere Osmanlı adı veriliyordu. Bu adın verilmesinde, mensuplarının saray ve ocaktan yetişmeleri ile kavmî bakımdan Türk halkından çıkmamalarının başlıca âmiller olduğu muhakkaktır. Anadolu Türkleri bunlara âdeta yabancı ve müstevli bir zümre gözü ile bakıyorlardı. Osmanlı sınıfının mensupları, Anadolu halkına bilhassa köylü ve göçebelere göre mağrur, haşin, hiylekâr, sözünde durmaz, vefâsız ve gayri âdil insanlardır. Gerçekten XIX. yüzyılda Anadolu'yu gezen Avrupalı seyyahlar Anadolu Türkleri'nin yoksulluklarına rağmen, asil ruhlu, namuslu insanlar olup, kötü idareciler elinde yoksul ve geri kalmış bir duruma düştüklerini yazarlar ki, bunun bir gerçek olduğu şüphesizdir” (Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler)- Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih — Coğrafya Fakültesi Yayın1arı: 170, 1972: XXIV-XXV).
Oğuz-Türkmenler tarih boyunca devletsizdi. “10. Yy'da ‘devletsiz bir toplum' olan ana Oğuz kitlesi, baştan beri dünyasal ihtiyaçlarını sıkı örgütlenme ile karşılıyor, topluluğun / topluluklar birliğinin sürekliliği yine bu sıkı örgütlenmenin kendiliğinden bir sonucu oluyordu. Türkmenler tarihleri boyunca siyasal bir anarşi (başsızlık) içinde yaşadı. İçlerinden Selçuklular ve Osmanlılar gibi en güçlü Türk imparatorluklarının kurucuları çıkmış olan Türkmenlerin kendisi hiçbir zaman bağımsız bir devlete sahip olmamışlardı” (Ahmet Ateş, Türkmen Anarşizmi, Öteki Yayınevi, 2016: 124).
Türkmenler “devletsiz şehir” teorisinin yahut “şehir teolojisi”nin bir neticesi olarak Maturidiliği kendilerine en uygun İslâmî inanç doktrini olarak gördüler. Maturidi doktrin, iman-amel ayrımı yaparak ibadet olmaya layık fiilleri kalbin eylemi saymaktadır. Böyle bir tasavvur hiçbir cemaat, kurumun hatta devlet olma bakımından üst bir beşeri iradenin birey üzerinde hakka sahip olamayacağı gerçeğini ortaya çıkarır.
Sultan II. Mehmet, devletin merkezileşmesi kaygısını güderek Maturidi doktrinin yerine Eş'ari-Gazali doktrinini destekledi.
Dini gücü bünyesine alarak topluma hükmetme metodunu Abbasiler Bizans'tan almışlardı. Abbasi iktidarı döneminde yaşamış olan İmam Eş'ari ve İmam Gazali, dini sınıfı devletin bekasının garantörü kılmıştır. Maturidi ekol, devlet yöneticilerinin meşruiyet kaynağını ilahi güçten almaya çalışmalarına karşı çıkmış, “yöneticiye itaat Allah'a itaattir” düşüncesini eleştirmiştir.
Sultan II. Mehmet'in iktidarın demokratik belirlenmesini engelleyen merkezî devlet düşüncesi içinde kendilerine yer bulamayan Türkmen topluluklar Osmanlı ülkesini terk etmişlerdir. Türkmen-Yesevî-Maturidi “şehir/demokratik siyaset/itikad teolojisi/mesuliyet ahlâkı”nın kaybedilmesi nedeniyle Osmanlı, “devlet/merkezî iktidar/ibadet teolojisi/görev ahlâkı”nın egemen olduğu bir “dindarlığı” hâkim kılmıştır.
Anadolu'yu Müslümanlaştıran ve bu topraklarda bize ruh veren olgu, devlet-din tasavvurlarında değil Türkmenlerin Maturidi itikatla toprağa işledikleri şehir teolojisinde aranmalıdır.