İbn Haldun'dan uzun bir alıntı yapalım (vurgular bana ait-LB):
“Hicret etmek, İslam'ın ilk zamanlarında Mekkelilere farz kılınmıştı, maksat nereye yerleşirse yerleşsin, Mekkelilerin Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber olup ona yardımcı olmaları, giriştiği teşebbüs hususunda ona arka çıkmaları ve onu korumaları idi. Bâdiye ahalisi olan Araplara (bedevîlere) hicret etmek farz değildir. Çünkü Mekke halkı ile Nebi (s.a.) arasında, onu korumayı ve kollamayı gerektiren, (yakından veya uzaktan) bir asabiyet ilişkisi vardı. Mekkelilerin dışında kalan bâdiyedeki Arap ve bedevîlerle onun arasında ise böyle bir rabıta yoktu. Muhacirler, hicreti gerektirmemesi sebebiyle, “Araplaşmaktan”, yani bâdiye sakinleri olmaktan Allah'a sığınırlardı. Nebi (s.a.) Mekke'de hastalanan Sa'd b. Ebu Vakkas'la konuşurken; “Allah'ım ashabımın hicretini eksiksiz olarak gerçekleştir, onları izleri üstüne geri çevirme” (Sa'd'ın canını, hicretin farziyetini düşüren Medine haricinde değil, Medine'de al), demişti. Bu, “Allah'ım, ashabımı sürekli olarak Medine'de bulunmaya ve orayı bırakıp başka yere gitmemeye muvaffak kıl da, başlamış olduklan hicretten geri dönmesinler”, demektir. Bu ise -yani Medine'den ayrılmak- harcanan çabadan sonra her hangi bir şekilde gerisin geri dönmek türünden bir davranıştır. Şöyle de denilmiştir: Hicretin farziyeti, Mekke'nin fethinden önceki döneme aitti. Çünkü o zaman müslümanların az oluşu sebebiyle ihtiyaç, hicreti gerektiriyordu. Fetihten sonra müslümanların sayısı çoğaldı, müminler güçlenip itibartı hale geldi, insanlardan gelecek olan zarara karşı Nebi'sini korumayı Allah tekeffül etti (Maide, 5/67). İşte bu durumda Nebi (s.a.)'nin “Fetihten ve zaferden sonra hicret yoktur” (Buhari, Sayd, 10), hadisi ile hicretin farziyeti ortadan kalktı (...) O halde badîyede ikâmet etmeye başlayan Seleme'ye Haccac'ın; “Gerisin geri mi döndün, tekrar mı Araplaştın?” demesi, Hz. Peygamber'in yukarıda bahsi geçen duasına işaretle, Medine'de ikameti terkettiğinden dolayı onu hayıflaması ve esef etmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Bu dua; “Allah'ım, onları gerisin geri döndürme”, ifadesidir, “tekrar Araplaştın mı” ifadesi, onun (Medine'de ikameti terk etmekle) hicret etmeyen bedevi Araplar haline geldiğine işaret etmektedir” (İbn Haldun, Mukaddime, ter: Süleyman Uludağ, c: 1, 2007: 328).
İbn Haldun, Mukaddime'den yaptığım bu uzun alıntıdan da görüleceği üzere Medine=şehir'den kopmanın hicretin farziyet-ahkâmından düşmek anlamına geldiğine vurgu yapıyor.
Yani: Bedevîler için “Hicret yoktur.” Fakat bir kısım insanlar için Peygamber (asv)'i korumak ve şehir (medine) kurmak görevi vardır. Buna göre Medine'yi terk etmek “bedevîleşmek”, “Hicret görevini terk etmek” anlamına getirilmiştir.
İbn Haldun'un bedevî tanımı Farabi tarafından kabul edilmez. İbn Haldun'a göre “Bazı kavimler (ve toplumlar) ziraat ve bahçecilik yaparak çiftçilikle uğraşırlar. Diğer bazıları koyun, keçi, sığır, arı ve ipekböceği gibi hayvanlara ve canlılara bakma işini meslek edinmişlerdir. Maksat bunların yavrularını ve (yün, süt, et, bal gibi) ürünlerini elde etmektir. Çiftçilik ve hayvancılık işi ile uğraşan sözkonusu toplumları, zaruret bedevîliğe, sevk etmektedir” (İbn Haldun, Mukaddime, ter: Süleyman Uludağ, c: 1, 2007: 323); “(Bedevîler), Kıldan, deve tüyünden veya ağaçtan veyahut çamur ve topraktan veyahut da taştan iyi ve muntazam olmayan evler edinirler” (İbn Haldun, Mukaddime, ter: Süleyman Uludağ, c: 1, 2007: 324- 325).
Farabi'ye göre ise “Mesken nasıl olursa olsun, neden yapılırsa yapılsın ve nerede olursa olsun, önemi yoktur. Yerin altında ya da üstünde, ahşaptan, çamurdan, yünden kıldan ve diğer maddelerden yapılmış olabilir. Mühim olan meskenin yapıldığı maddenin cinsi değil, onun içindeki insandır” (Farabi, Fusul'ul Medeni, s: 116).
Anlaşılacağı üzere İbn Haldun'la Farabi arasında “medine” kavramını anlamlandırmak bakımından bir tezat vardır. İbn Haldun, Hicret ile mükellef ashabın hadâret sayılan Mekke'den geldiğine kuramında yer açmamıştır. Bu nedenle “bedâvet & hadâret” teorisi tutarsızdır.
Fakat her hal ve şartta İbn Haldun ile yine de anlaşabiliriz. İbn Haldun, “medine”ye hicret etmeyi düşünmeyen bunu üstüne farz görmeyen kimseye bedevî dediğine göre O'nun bu tanımı, bir medine arayışını gerektirmektedir. Peki sünnet “medine”yi nasıl anlamaktadır?
Umrancı teori aşağıdaki rivayet nedeniyle tutarsızlığını katmerleştirir:
“Kıyamet alametlerinden biri de, yalın ayak, çıplak, yoksul çobanların binaları yükseltmekte birbirleriyle yarış ettiklerini ve böbürlendiklerini görmendir” (Buhari, Fiten: 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/313).
Bu rivayeti okuyunca mevcut kentlerin Medine sayılamayacağı anlaşılıyor. Eğer “Umran” kavramını “imar” kapsamında ele alırsak İbn Haldun'un “Umrancılığı” Kıyamet Çağrısı'dır.
Yok eğer “Bu devirde hicret yoktur” diyenler varsa, onlar da İbn Haldun'a göre “Bedevî” sayılmaktadır.
Demek ki, İbn Haldun'un Umrancılığı bir tıkanıştır. O halde artık yazımın son sözlerini zikredebilirim:
- Türkiye'de düşünce üretenler UMRANcı. Bu nedenle köyden kente hareket eden nüfusa, kentleşmeye itiraz edilemiyor.
2. Kente yönelen bir takım itirazlar da Umrancılıktan kurtulamıyor. “Hadi gel köyümüze dönelim” tavrı da Umrancılık fikrinden hareket ediyor. Kent-köy kıskacından Medine-Şehir fikrine HİCRET edemiyor. İbn Haldun,“Bedevilik, hadariliğin aslıdır ve ondan önce gelir” (İbn Haldun, Mukaddime, ter: Süleyman Uludağ, c: 1, 2007: 326) dediğine göre, “Hadi gel köyümüze dönelim” beyanı bedâvet & hadâret sarkacında “Ahlâk ve Adalet Yurdu” inşa edemiyor.
3. Biz Farabici ŞEHİR fikrini öne çıkarıyoruz. Şehri (Erdemliler Toplumu'nu) Hz. Peygamber (asv) kurmuştur. Müslüman toplumlar bedâvet-hadâret kıskacından kurtulmalıdır.
4. Bugün uygulanan KENT çalışmaları ülkeyi mânen-madden savunmasız bırakmaktadır. Kentleşme-Umrancılık ahlâkî bir topluma varma imkânını yıkmaktadır.
Müslümanlar tarihe şehir (Ahlâk ve Adalet Yurdu) kurarak çıktılar. Kurdukları şehir, KENT değildir.
Önce şehir (medine-fazıl toplum). Çünkü, şehir, sünnet ve ahlâktır. Kent tekâsür-kapitalizmdir.
Lütfi Bergen
lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter