Müslümanların kapitalizme entegre olduklarını dile getiren söylem kurucularının bir de Türk sosyalistlerinin kapitalizmle entegrasyonuna bakması gerekmektedir.
İdris Küçükömer'in Düzenin Yabancılaşması kitabının bir makalesinin başlığı oldukça kışkırtıcıdır: Türkiye Batılaşamaz. Küçükömer Türkiye'nin niye Batılaşamayacağını “Batılaşmamalıyız” fikrinden hareketle ileri sürüyor değildir.
Tam aksine “Türkiye'nin kapitalistleşemediği için Batılaşamadığı” düşüncesindedir. Küçükömer, Türk İslâmcılığını (Said Halim Paşa ve Mehmet Âkif), Batılaşma yolunu (Tanzimatçılara, Yeni Osmanlılara, Jön Türklere, vs.) seçenlere göre daha tutarlı ve daha saygıdeğer görmektedir. Küçükömer'in yaklaşımıyla Batıcılar, Batı'nın özellikle askerî, siyasî, hukukî, eğitim ve kültür kurumlarını ithal yoluna girmişler, bu arada laikliği bir kurtuluş ilkesi olarak görmüşlerdir. Batı'nın tarihi bir gelişim ile vardığı ekonomik düzenin benzerini var etme imkânı bulunmadığından, onun ekonomik yapısına has kurumlar taklit edilmiştir. Bu şekilde Batılı anlamda ‘Civil Toplum'un kurulacağı varsayılmıştır. Oysa bu yoldan ‘dış kapitalizmin' ekonomik tabanının ideolojisine uygun bir ortam teşkil edilebilirdi. Nitekim de böyle oldu ve kapitalizm kendine has çıkarları için Türkiye'ye girdi (Küçükömer, 1994: 161-162).
Küçükömer'e göre İslâmcılar, Batılaşma hareketini ‘taklitçi', ‘kopyacı' olarak nitelediler ve dinî kılığına rağmen bazı sınıfları, daha doğrusu ‘üretim gücü sahiplerini' temsil ettiler. Batıcı grup bu anlamda bir sınıf olamıyor, ellerine geçirdiği artığı tekrar üretime yatırarak bu yoldan artık elde eden bir sınıfa dönüşemiyordu. Küçükömer'in yaklaşımına göre “Üretim gücü sahibi olmadan, sahipliğin gereği olan üst yapı kurumları kurulmadan artığın bir kısmını alabilmek sürdürülebilir değildir.”
Keza Batıcılar, halkla organik bağlantı da kuramadılar, halka karşı düştüler. Bu grup iktidarda da olsa, muhalefette de olsa bürokrat niteliği gereği üretim güçlerinin daha süratli gelişimini durdurmuş, özellikle Tanzimat döneminde açıkça üretim güçlerinin azalmasına sebep olmuştur (Küçükömer, 1994: 162).
Bu iki akımın çekişmesi, temel çelişkinin belirlenmesini ve çözümünü engellemiş, kapitalizmin Türkiye'de çıkar sağlamasını kolaylaştırmıştır. Küçükömer'in “Türkiye, kapitalist olmadan Batılaşamaz” sözünün anlamı Batı'nın anayasa, adalet, güçler ayrılığı, insan hakları, laiklik gibi kurum ve kavramlarını almak ya da Osmanlı'nın üst yapı kurumlarını günümüze taşımakla ilgili değildir. O'na göre kapitalist sınıfın ortaya çıkışıyla kapitalizmin kurumlarının ortaya çıkışı birbirinden ayrı görülemez.
Batı'da feodalitenin kurumları, düzenin kapitalizme evrilmesini, yani üretim güçlerinin yeni sosyal organizasyona dönüşünü köstekleyici olmuştur. Feodalitede kral, kilise, feodal beyler ayrı ayrı egemenler olarak toprağa sahiptir. Kral, diğer feodaller üzerinde egemen değildir. Toprağı, toprağa bağlı serfler (köylüler) işlemektedir. Üretim, pazar için değildir. Şehirlerde lonca düzeni kuralları üretimin miktarını, kalitesini, fiyatlarını belirlemektedir. Kilisenin egemen olduğu mülklerde üretim üstünde Hıristiyanlığın kuralları egemendir. Diğer değişle egemenler olarak kral, kilise, feodal beyler arasında “sınıf içi çelişki”ler vardır. İşte bu koşullar altında burjuvalar ellerinde sermaye birikiminin oluşması ve bu servete feodaller/kilise/kral tarafından el konulmasına meydan vermemek için bazı şartların varlığını aramışlardır: a) İç gümrük duvarları kalkmalı: Daha büyük imalat yapılabilmesi ve mamul maddenin satılabileceği iç piyasa genişliği sağlanabilmesi için iç piyasa dışa karşı korunmalıdır. Dışarıya daha çok mal satabilmek ve altın biçiminde servet ithal edebilmek için kolonicilik yapılmalıdır; b) Ucuz emeğin serbest dolaşım hakkı: Burjuva imalathanelerinde ucuza çalıştırılan işçiler, köyleri terk eden kaçak serflerdir. Bunları toprağa bağlayan feodalitenin siyasi, hukuki kuralları kalkmalı, bu insanlar ‘özgür insan' olarak ülke içinde dolaşabilmelidir. Böylece burjuvalar köylerden gelmiş, birbirine rakip işsizler yığınından istedikleri kadarını ucuz olarak işe alabilmeli, emek sömürüsüyle kâr ile sermaye birikimini hızlandırabilmelidir; c) Kilise'nin ekonomik hayata müdahalesi azaltılmalı – Laiklik ilkesi; d) Burjuvaların politik hakları olmalıdır: Burjuvaların özellikle vergilerin konma kararlarının alındığı kurumlara, meclislere girebilmeleri sağlanmalıdır: İnsan hakları kapsamında, söz ve düşünce özgürlüğü, rey hakkı, mülkiyet hakkı tanınmalıydı. Bunlardan özellikle mülkiyet hakkının ‘temel hak' olarak kabul edilmesi ve bir azınlığın (burjuvanın) mülkiyetinin korunması talep ediliyordu. Bunun için gerekli bir “mukavelenin” ya da “sözleşmenin” yolları aranıyordu. Hobbes, Locke kısmen Rousseau'nun ‘Civil Toplum' kurma düşüncesi esas alınıyordu. Burjuvalar bunu başarmak için kralı, feodallere ve kiliseye karşı mali anlamda desteklediler. Krallık, burjuvaların desteğiyle merkezîleşti; feodaller bağımsızlıklarını kaybetti, papalığın krallar üzerindeki gücü kırıldı. Böylece burjuvalar için kısmen geniş iç pazar sağlanırken “teokratik millî devletler/krallıklar” doğdu (İngiltere, Fransa, İspanya, vb). Fakat büyüyen krallıkların artan giderleri için başvurulan kaynaklardan biri, burjuvalardan keyfî olarak alınan vergilerdi. Burjuvalar, egemenliğini Tanrı'dan aldığını iddia eden kralların politik güçlerini sınırlandırmak için ihtilale başvurdular: 1649/İngiltere, 1789/Fransa). Biriken sermayenin sahibi olan burjuvalar, kapitalist üretim ilişkileri üzerine onun siyasi, askeri, hukuki kurumlarını kurma fırsatı yakaladılar. Her iki devrim de demokrasi getirmedi. Sermaye sahipleri asıl egemen sınıf olmaya yöneldi. “Bununla ‘Civil Toplum' kuruldu” dendi. Aslında burjuvalar kendi sınıfsal egemenliklerini kiliseye, asilzâdelere, sanayi işçilerine, köylülere karşı politik/hukukî bir ‘mukavele'ye bağlamaktaydı.
Küçükömer'e göre daha sonra “pazar”, sanayi devrimini getirdi; makineli ve kitle halinde üretim, aynı zamanda işçi sınıfının büyümesine yol açtı. Büyük çapta sermayenin Avrupa içinde olduğu kadar Batı-dışı ülkelerde de siyasî, hukukî, askerî karşılıkları olması gerekiyordu. Bu da kapitalist öncesi üretim düzenlerinde pazar tutmayı, ilkel madde kaynaklarını kontrol etmeyi sağlayacaktı. Osmanlılarda Batılaşmak için Batı kurumlarının alınmaya başlaması bu döneme denk düşmekteydi. Fakirleşen ve işçileşen yığınlar sınıf bilincinden yoksun olarak sömürgeciliğe karşı nisbî başarı kazanan direnişler gösterdi. Ancak emperyalizm, sınıf meseleleri, öğrenci hareketleri, mali krizler halinde geri döndü (Küçükömer, 1994: 163-168).
Küçükömer'den anladığım şu: Türkiye Batılaşarak dış-kapitalizme maruz kaldı. Hâlbuki kendi tarihinden gelen bir ‘iç kapitalizm'le Batılaşması gerekirdi.