Batı düşüncesinin kural olarak insanlığın başında olduğunu iddia ettiği “ilkel-primitif din” dönemi tasavvuru İslâm vahyinde kabul edilebilir görünmemektedir.
Rousseau'ya göre insanlık başlangıçta mutlu idi, zira eşitsiz bir yaşam sürdürmüyordu. Hobbes'e göre ise insanlar başlangıçta büyük bir kaos halinde yaşıyordu, “birbirinin kurdu” idi.
Rousseau-Hobbes-Kant gibi Batılı aydınlar, ilk toplum (doğal toplum) hakkında birbirine zıt neticelere varsa dahi “ilkel-vahşi-doğal toplum” tasavvuru konusunda uzlaşmaktadır. Hz. Âdem'in tek tanrıcılığının simgesi olan Kâbe'nin inşası, ilk toplumlar hakkında Batı'da ileri sürülen “doğal toplum”, “ilkel-vahşi-avcı-toplayıcı toplum” kuramlarını temelsiz bırakmaktadır. Batılı düşünürler ilk insanlığın barbar-vahşi olduğunu kabul etmekle Hz. Âdem'e dayanan bir tarih felsefesinden kopmaktadır.
Batılı aydınların benimsediği bu ön-kabul (insanlığın başlangıçta vahşi dönem yaşadığına dair kabul), Hz. Âdem'in yasalı-töreli şehir-toplumu kurgusuyla çatışmaktadır. İlk insanlığın sürüler halinde yaşadığı şeklinde bir kabul Kur'an'ın Allah'ın Hz. Âdem'e bilgi verdiği beyanıyla bağdaşmamaktadır. Müslüman olduğunu ifade eden teorisyenlerin tarih felsefesinin Kur'an'a mutabık olması gerekmektedir. İlk insanların sürüler halinde yaşamadığının delili “Hz. Âdem'in mahkemesi”dir.
Habil ve Kabil çatışmasında Hz. Âdem'in bir yargı organı (mahkeme) gibi davrandığı “kurban” ritüelinden çıkarılabilecektir. İki kardeş Kur'an'da açıklanmayan bir nedenle ihtilaf etmiş ve meseleyi Hz. Âdem'e götürmüşlerdir. Hz. Âdem (as) ikisinin de Allah'a kurban vermesini isteyerek davayı karara bağlamıştır. Habil ve Kabil'in verdiği kurbandan Habil'inki kabul edilmiştir. Hz. Âdem, bir mimar olarak ve mahkeme reisi olarak değerlendirildiği takdirde, çoğu entelektüelin insanlığın başlangıcında “barbarlık” döneminin bulunduğuna dair kabulü tutarsız kalmaktadır.
Tıpkı bunun gibi Hz. Nuh'un gemi inşası da tek tanrıcılığın sembolüdür. Hz. Nuh (as) da indirilen kitaplarda “gemi mühendisi” olarak tanıtılmaktadır. Bu kapsamda insanlığın iki atasının, yani Hz. Âdem ve Hz. Nuh'un muvahhid toplum kurgusu, “inşaat” amelinde sembolize edilmektedir. Her iki peygamber de bir “duvar” inşa etmiştir: Hz. Âdem'in Kâbe duvarını, Hz. Nuh'un da tevhid gemisinin duvarını inşa ettiği söylenebilecektir.
Dolayısıyla Türklerin yazıtlarında ortaya çıkan tek tanrıcı ifadeler de Hz. Âdem-Hz. Nuh'un “inşaat” (Kâbe ve gemi) amelinin izleğinde okunmalıdır. Dikilitaşlar Türklerce bu iki peygamberin amellerini hatırlatan belgeler olarak dikilmiştir.
Kur'an'da Hz. Hızır'ın da yetimlerin servetini saklayan “duvar inşaatı” ile zikredildiğini görmekteyiz. Böylece nebevî silsilede inşa etmek “tevhidi kaim etmek ve iktisadî-siyasî-toplumsal sahayı kimsenin kimseye zarar vermeyeceği töre/yasa ile düzenlemek” şeklinde temellendirilmelidir. Tevhid ve toplumsal inşa, birbirinden parçalanamaz bir nizâm-töre düşüncesiyle ortaya çıkmaktadır.
Bu perspektifle örneğin Köl Tegin yazıtlarındaki “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerinde atalarım, dedelerim Bumın Kağan ve İstemi Kağan tahta oturmuş. Tahta oturup Türk halkının ülkesini ve yasalarını tutuvermiş, düzenleyivermişler” ifadeleri “tevhidi töre”nin doğa ve toplumu tanzim etmesi gibi bir anlama kavuşmaktadır.
Gök'ün (Tek Tanrı'nın) yarattığı gök ile yer arasında vazifeli olarak halk edilen varlık olarak “insan” kabul edilmekte, onun “tevhid ve sosyal/siyasal/iktisadî nizâm” davası taşa kazınmakta, “Gök-Tanrı” inancı “töre”siz kalmamaktadır. Bu öğretiden sapan topluluklar “soycu Türk”lüğe yani “nesep asabiyeti” ile temellendirilen bir tarih açıklamasına geçmektedir. Ancak ne Hz. Âdem'in ne de Hz. Nuh'un tevhidi inkâr eden oğullarını kucakladığını görmemekteyiz. Diğer değişle Hz. Nuh'un tevhide inanmayan oğlunu “ailem” diye anması Allah tarafından kabul edilmemiştir:
“Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin vadin de doğrusu haktır. Sen hakimlerin hakimisin. Allah şöyle buyurdu: Ey Nûh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o, sâlih olmıyan bir amel sahibidir (kâfirdir). O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme. Seni, cahillerden olmaktan menederim” (11 Hûd 45-46).
Vahyin bu beyanıyla kavmiyet bağının “kan asabiyeti” yanında “akıde asabiyeti”ni de gerektirdiğini görmekteyiz. Gemiye binmeyen oğulun zürriyeti söndürülmüş (o kişi boğulmuş) gemiye binen oğullardan da günümüz kavimleri neşet etmiştir.
Gerçekte benzeri bir tarih süreci İsrailoğulları'nın kıssalarında da görülmektedir. İsrailoğulları da Nuh'un oğlu Sam'ın zürriyetine ait silsileden gelen Hz. Yakub'un oğulları olarak tarihe çıkmaktadır.
Yakuboğulları, Hz. Yusuf'un da içlerinde bulunduğu on iki oğulun oluşturduğu boylardan müteşekkil bir kavimdir. Bu kavimleri birarada tutan ve onlara “millet” (din sahibi toplum) hususiyetini veren olgu “töre”dir. İsrailoğulları, “töreyi tutma” ölçüsünde soylarını sürdürmekte ve millet (=dini olan toplum) varlıklarınını daim kılmaktadır. Bu kavmin zaman içinde putlara tapmaya başlamasıyla Allah kendilerine yeni peygamberler göndermiştir. Allah, töreyi tutan kavimleri diğer kavimlere üstün kılmaktadır.
İslâm'a göre “Kavmin seçilmişliği”, kavme tanınmış kültürel, manevî bir temellendirmeden gelişmemekte, Allah'ın o kavme yüklediği görevden kaynaklanmaktadır. Bu “görevlendirme” ise o kavme gönderilen peygamberin verdiği misakla gerçekleşmektedir: “Biz, İsrailoğulları'ndan: ‘Allah'tan başkasına kul olmayın, ana-babaya, yakınlara (akrabaya), yetimlere ve miskinlere ihsanda bulunun, insanlara güzel söz söyleyin, namazı kılın, zekâtı verin' diye misak almıştık. Sonra da sizden pek azınız hariç, (misakınızdan geri) döndünüz. Ve siz, yüz çeviren kimselersiniz. Ve ‘Birbirinizin kanlarını dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayın' diye sizden misak almıştık. Siz de bunu (misakınızı) ikrar etmiştiniz (kabul etmiştiniz) ve sizler (buna) şahitsiniz” (2 Bakara 83-84).
Seçilmişlik, “Milli Tanrı” inancının getirdiği bir düşünce olmamıştır. Kavmin verdiği misak, “görevlendirme” şeklinde ortaya çıkmıştır. Hz. Nuh'un verdiği misak, Ham, Sam ve Yafes oğullarını Nuh'un tayin ettiği topraklarda “görevli-töreli toplum” kılmıştır.
Ancak Nuh'un üç oğlundan “türeyen” kavimlerin zaman içinde töreyi kaybedip başka değerleri esas sayarak bir sapmaya uğradığı söylenebilecektir.
Osman Turan'ın yukarıda dile getirmeye çalıştığımız tezden uzak bir tarih perspektifi sunduğu görülmektedir:
“İleri tanrı anlayışına erişen Türkler, aynı zamanda ruhun ebediliğine ve bunun zarurî bir neticesi olarak ahiret hayatına, iyilik ve kötülüklere dair bir hesabın verileceğine de inanıyorlardı” (Turan, 2017: 72).
Osman Turan'ın bu ifadesi adeta Türklerin “ileri tanrı anlayışı öncesi”nde ruhun ebediliğine inanmayan ve cennet/cehennem inancını kabul etmeyen bir topluluk oldukları iması içermektedir.
Osman Turan, bir diğer ifadesinde kavimlerin kökenini Hz. Nuh'a bağlamayacak şekilde ele alır ve “kavmin tanrısı” anlamında değerlendirme yapar:
“Türkler Allah'a bazen ‘Türk Tanrısı' adını veriyordu (…) Bu Tanrı ile İslâm'ın Allah'ı arasında göze çarpan başlıca farklılık, onun Türkleri başka milletlerden üstün tutması ve himaye etmesi olup bu bakımdan bir derece Yahudilerin Yahovasına benzer” (Turan, 2017: 72).
Kanaatimize göre Osman Turan'ın yukarıdaki yargısında “üstün tutulma, himaye” meselesinin ilahî gerekçesine yeterince dikkat edilmemesinden kaynaklanan bir kusur bulunmaktadır.
Osman Turan'ın teolojisinde Türklerin niçin “başka milletlerden üstün tutulduğu ve himaye edildiği” hakkında bir gerekçe ortaya konulamadığı için “Türk Tanrısı” adıyla bir “Milli Tanrı” fikri geliştirilmiştir. Ancak bu tür bir tanrı fikriyle Türk boyları arasındaki savaşları izah etmek imkânı bulunmamaktadır.
Örneğin Oğuz Kağan'ın babası Kara Han ile tevhid adına savaşması Osman Turan'ın paradigmasıyla izah edilemeyecektir.
Bu mesele Türkçü düşüncenin açmazıdır.
- Turan Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Ötüken Yayınları, 2017