Nurettin Topçu, “Benliğimiz” makalesinde Türkmenleri “göçebe” ve “tüccar” olarak vasıflar. Topçu'nun tezine göre “göçebe” Türkmenler Anadolu'ya İslamlaşarak girdiklerinde Eti köylüsünün “ileri ziraî ve teknik medeniyetlerini” gördüler. Göçebeliği bırakıp uygarlığa geçtiler.
“Yayla ve istep adamı olan Türkmen, haşin ve tahammülsüz insandı. Tabiatın, üstündeki insanı kendine bağlayacak zenginliğe ve güzelliğe sahip olmayışı, onu göçebe yapmıştı. Tüccar Türkmen, kavimlerin arasında dolaşarak yaşamış, hatta Akdeniz kıyılarına kadar yayılan milletleri tanıya tanıya medenileşmiş, şehirde yaşamaya kabiliyet kazanmıştı (…) Anadolu'da yaşayan Eti halkına gelince, onlar, Türkmen gibi göçebe ve tüccar değil, toprağa bağlı ve çiftçi idiler. İlerlemiş bir ziraat tekniğine sahiptiler (…) Bu toprakta muztarip insan nesilleri yaşadı. Felaketlerini, yaylalarda dolaşan göçebe Türkmen gibi kolaylıkla yenemeyerek, içlerine sindirdiler. Toprağa bağlı insanlarda tarihî kaderin rolü büyüktür (…) İşte Anadolu, tarihi çemberini kapatırken, yeni bir ses, yeni bir ruh içinde birden yeniden canlanıverdi. Bu ses İslâm'ın sesi (…) idi. Bir yanda binlerce yıllık medeniyetin enkazı üstünde yorgun bir eski tarih var, öbür yanda (…) bu yorgun vücudu ayaklandıran Türkmen'in eli görünüyor. Uzun ve sürekli göçlerle Anadolu'ya yerleşen Türkmen, bu ülkede yeni hayatın mihverini kurucu oldu (…) Anadolu'da evvelce köylü halk vardı. Anadolu köylüsünün ilk cedleri Eti köylüsü oldu. Buraya gelen Türkmen, toprağa bağlı insanın bütün tekniğini Eti köylüsünün elinde hazırlanmış buldu (…) Etiler, bir iktisadın temellerini kurmuşlardı. Milli tarihimiz, bu kıtaya İslâm ruhuyla beraber yeni bir insan örneğinin, yeni insanî ve ruhî değerlerin girmesiyle, yeni bir bağlılığın doğmasıyla başlar” (Nurettin Topçu, Yarınki Türkiye, Dergâh Yayınları, 1997: 112-114).
Cevapsız soru şudur: Türkmenler dini Araplardan, medeniyeti/ziraatı/tekniği/iktisadı da Eti köylüsünden almışsa Anadolu'ya hangi kültürle gelmiştir?
Nurettin Topçu, her milletin tekniğinin kendi kültürünün çocuğu olduğunu yazmıştı: “Teknik, kendi kültürümüzden doğmuş olacaktır. Bu tabiatın (ilk-LB) zaruretidir. İkinci zaruret (ise-LB), kültürümüzün çocuğu olan tekniğin, kültürün ötesine geçmesi, onun hâkimiyetini tanımış olmasıdır. Böyle olmazsa ilim, sanat ve din, hep iyi yaşamak, zengin olmak hasretine feda edilir. İlim adıyla, tercüme harmanları yapan büyük binalı iskelet üniversiteler, sanat adına sinema ve şarkıcılık, din diye sade hurafeler sistemi kalır” (Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, 1998: 20).
Oysa Topçu'nun göçebe-tüccar dediği kütleler, Anadolu'ya geldiğinde Eti köylüsüyle hiç karşılaşmamıştır. Ayrıca Türkmenler Anadolu'ya Hz. Nuh'tan beri bildikleri “şehir bilgisi”yle geldiler. Yani bu bilgiyi Araplardan öğrenmediler. Bu çerağı Ehl-i Beyt yakmıştır.
Faruk Sümer'in belirttiği gibi eski Türkler şehre “balık” adını veriyorlardı. Daha sonraları bu kelimenin “balığ” tarzında söylenildiği biliniyor. XI. yüzyılda Kara Hanlı Türkleri ile Oğuz Türkleri, balık kelimesi yerine kend (kent) sözcüğünü kullanmışlardır. Kaşgarlı'ya göre kend (kent) Oğuzlar ve onlara uyanlarca “köy” manasında kullanılmaktadır. Faruk Sümer diyor ki, “Bugün Âzerbâycan'da “kent” sözünün daha ziyade veya münhasıran köy anlamında kullanıldığını biliyoruz” (Faruk Sümer, Eski Türklerde Şehircilik, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014: 1). Faruk Sümer'in tespitleri Nurettin Topçu'nun “göçebe-tüccar Türkmen” tezinin temelinin bulunmadığını kanıtlamaktadır.
Türkmenler Anadolu'ya “şehir bilgisi” ile geldiler. Bu bilgiye sahip olmaları Hz. Nuh'un torunları olmanın tabii neticesidir. Hz. Nuh (as) kentli topluluklara İslâm'ı anlatmıştı. Gemi yapımında kullandığına göre ahşap işlemeyi de bilmektedir. TDV İslâm Ansiklopedisi'nde Nuh'un oğulları hakkında şöyle bir izah bulunmaktadır: “Müfessirler, “Nûh'un soyunu yeryüzünde kalıcı yaptık” âyetindeki (37 es-Sâffât 77) Nûh'un soyunun Hâm, Sâm, Yâfes ile onların soyundan gelenler olduğunu söylemektedir. Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inde, “Sâm Araplar'ın, Yâfes Rum'un, Hâm da Habeşliler'in atasıdır” meâlinde bir hadis nakledilmektedir. Gemide uyuyamayan Nûh, (güvertede-LB) Sâm'ın göğsüne yaslanarak uyur. Rüzgâr onun örtüsünü uçurur ve Nûh çıplak kalır. Bunun üzerine Sâm ile Yâfes babalarını örterler, Hâm ise yüksek sesle güler ve babasını uyandırır. Nûh uyanınca şöyle der: “Sâm'ın neslinden peygamberler, Yâfes'in neslinden krallar ve kahramanlar, Hâm'ın neslinden de siyah köleler çıkacaktır.” İslâmî kaynaklara göre Hz. Nûh tûfan sonrası yeryüzünü oğulları arasında paylaştırınca Türkler'in atası olan Yâfes'e Doğu ülkelerini ve Rum diyarını vermiştir” (Ömer Faruk Harman, Yafes, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, cilt: 43, 2013: 175).
Bu vesileyle Türkmenler hakkında konuşurken “İslâm'dan önce” şeklinde bir kavramlaştırmaya başvurulmasının da yanlış olduğu söylenebilecektir. Nuh peygamberin torunları olan Türkmenler Horasan'da son Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin soyundan gelen Ehl-i Beyt'le kız alıp vererek nübüvvetle akrabalıklarını katmerleştirdiler. Bu kurbiyetle “Medine=Şehir” bilgisi etrafında yeniden teşkilatlandılar. Horasan erenlerinin silsilelerinin Cafer-i Sadık'a bağlanması şaşırtıcı sayılmamalıdır. İmam-ı Azam'a hürmetin gerekçesi de onun Ehl-i Beyt'e intisabıdır. Türkmen, Anadolu'ya Harameyn'i ve Kudüs'ü Haçlılardan korumak için gelip yerleşmiştir.
1302-1320 yıllarında Küpe Dağı'nın eteklerinde Seydişehir'i kurmuş olan Seyyid Hârûn, Cafer-i Sadık'ın torunlarındandır. Seyyid Hârûn'la ilgili bir menâkıbnâme hazırlayan Cemâl Kurnaz'a göre de Türkmenler şehirliydiler: “Bu eser, Anadolu'ya gelen Türklerin şehir hayatını bilen medenî insanlar olduğunu göstermesi bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Şehrin kurulmasıyla ilgili faaliyetler, demirciler, mimarlar, kağnılarla malzeme taşınması, mescid, medrese, çilehâne minare, türbe, kale kapılarının yapılması gibi hususlar canlı bir şekilde anlatılmaktadır (Cemâl Kurnaz, Makâlât-ı Seyyid Hârûn, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1991: 13).
“Ata yapışmış bir hayat süren” Türkmen demek, “gem, yular, eyer ve üzengi” yani “demir” demektir. Türkmen, atının yemini de düşündüğüne göre ziraatı da bilmekteydi. Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri'nde Horasan erenlerinin kırda değirmen inşa ettiği tespitine yer vermişti. Değirmen, un ve ekmektir. Türk, göçebe değildir; göçer-evlidir. Yürüyen şehirlidir.