Lütfi Bergen

Türk düşüncesinin kırılması: Umrancılık-medeniyetçilik

21.03.2016 08:14:25

Müslüman düşüncede temel ayrışmanın “Umran / Hadara-uygarlık” ile “Medine-medeniyet” kavramları ekseninde yürüdüğü düşüncesindeyiz. Genel mefkûre, insanlığın ilkellikten gelişmişliğe doğru “ilerlediği” kanaatine sahip bulunduğundan “kır & kent”; “vahşi & uygar”, “göçer & yerleşik” çelişkisini yeniden üretmektedir. Diğer taraftan UMRAN-HADARÎ nazariyesi ile kent teorisi yapan yazarlar şehirde tarım ve hayvancılıkla uğraşılmayacağı önyargısı taşımaktadır.

Bu yazarlara göre şehirde çiftçi-çoban meslek grubu bulunmamaktadır. Şehrin otomobillere göre belirlenmesi, ulaşımda binek hayvanların kullanımını da imkânsız kılmakta ve kentleşen yerleşim alanı, toprağa bağlı bir hayatı kovmaktadır. Kentin her metre karesi insan ya da taşıtlar için metalaşmakta, alınıp-satılan, kiraya verilen beton ve asfaltlaşmaya uğramaktadır. Toprağın toprak niteliğini bozan bu süreç kentsel mekânda mülkiyet sahipleri ile mülksüzlerin sınıf karşılaşmalarına (çatışmalarına) yol açmaktadır.

Aşağıdaki tabloda Umrancı mecra ile Medineci mecranın karşılaştırması yapılmıştır:

UMRAN

MEDİNE

İBN HALDUN

FARABİ

BEDEVÎ / HADARÎ

FAZIL ŞEHİR / BATI KENT

GÖÇEBE / KENTLİ

FAZİLET / REZİLET

İLKEL / KİBAR

hane-mahalle-şehirli / CAHİL

VAHŞİ / TEKNO UYGAR

eksik topluluk-yetkin topluluk

CEMAAT / CEMİYET

aile-umem (kabile) – cemaat / AZGIN TOPLUM

Türk düşüncesinde büyük kitle, İbn Halduncu bir yaklaşım ve kavramlaştırmayla Umran / Hadara / Kent-City / Tekno-Bilişim Toplum anlayışı içinde metin üretmiştir. Bu yaklaşım, kimi zaman kente karşı köy (Nurettin Topçu), kimi zaman uygar kentin toptan reddi (İsmet Özel), kimi zaman eski Anadolu şehirleri ile Batı kenti arasında sentez arayışı (Namık Kemal-Mümtaz Turhan), kimi zaman geçmiş şehirlere özlem (Ahmet Hamdi Tanpınar), kimi zaman da fetihle İslamlaştırılmış kent (Sezai Karakoç) gibi yaklaşımlara evrilmektedir.

Fakat bütün bu düşünce ekollerinde “kır & kent” dikotomisi mutlaka üretilmekte, Müslümanların hicretle ortaya çıkan zaman / mekân / toplumu olan “Medine inşası” veya İSLÂM ŞEHRİ - MEDENİYET (fazıl toplum) bir tasavvura dönüşmemektedir. Bu grup yazarlar bir dizi kelimeyi “medeniyet” ve “medine” yerine kullanmakta ve adlandırmaktadır. Bağlandıkları esas kelime UMRAN'dır.

Bu mânada “Köycü” düşünür Nurettin Topçu'nun da “MEDİNE=ŞEHİR” fikrini hiç gündemine almadığı, şehir yerine KENT'ten bahsettiği, kentlerde insanı zehirleyen fahişe gibi bir yön bulunduğuna işaret ettiği, “köy” vurgusunu ise “Batı Kenti=endüstriyel metropol” karşısına oturttuğu söylenebilecektir.

Topçu'ya göre cemaat, köy üretim ilişkilerinin içinde korunabilir. Kent, para felsefesi nedeniyle cemaati bozar. Bu nedenle Topçu, toprak nizamında “mekân üzerinde” tuttuğu köylü sınıf dışında bir sosyal sınıf bırakmaz ve gelmesini mukadder gördüğü endüstri-kent toplumsallığını geciktirmeye yani tarihin akışını durdurmaya yönelir. Topçu'nun Osmanlı tarihine bakarken “şehir=medine” görememesi; kalkınmacı endüstriyel gelişmelerin ülkedeki şehirleri hızla kentleştirmesi, işçi sınıfının birdenbire ortaya çıkması karşısında yaşanan çaresizliğin bir neticesi olarak değerlendirilmelidir. Topçu'nun Hz. Ömer (ra) örneğini “devlet başkanı” idealleştirmesi ile ele alması, “Medine şehri” idealleştirmesinden kopmasına neden olmuştur.

Bizim çalışmalarımızın temel meselesi, Türk düşüncesinin ekser çizgisi olan Umrancılığın Anadolu'da Selçuk-Osmanlı gerçeğini izah etmede yetersizliğini deşifre etmeye matuftur.

Hz. Peygamber (asv), Medine=Şehir inşasını “köy / bedâvet / kır” toplumsallığından “hadaret”e doğrulan hareketle gerçekleştirmemiştir. İslâm toplumu, kentsel sistemden (Mekke), şehir toplumsallığına (Medine) geçerek varlık bulmuş bir cemaati işaret eder. Bu nedenle İslâm “şehir=medine” yapısı Batı kentine benzemediği gibi, kentten çıkmak da bedavetle neticelenmemiştir.

İbn Haldun'un düşünceleri “köyden şehire” yönelik demografik hareketlerin yönetildiği modernite için işlevsel görünmektedir. “Bedavet-hadaret-zenginleşme-toplumsal çözülme” süreçlerini “içtimaî yasa” halinde değerlendiren İbn Haldun, Farabi'nin “medine” teorisi açısından bakıldığında cahil / fasık /dallin toplum tasnifinin teorisini yapmıştır. Bu mânada İbn Haldun, Farabi'nin “Fazıl Medine” kavramından kopuk bir teorinin peşindedir.

İbn Haldun bedevîliğin şehir hayatının evveli ve kökü olduğu düşüncesindedir: “Bedeviliğin, hadariliğin aslı olduğuna ve ondan önce geldiğine dair bize şahitlik eden hususlardan biri şudur: Biz, herhangi bir şehrin halkını ele alıp inceleyecek (ve araştıracak) olursak, bunların çoğunun evveliyetlerinin, o şehir civarında bulunan bedevi halka dayandığını, ellerinin genişlemesi üzerine şehre gelip yerleştiklerini, şehirde var olan refaha ve rabata yöneldiklerini görürüz. Bu, hadarilik ahıvalinin bedevilik ahıvalinden doğduğunun, ve hadariliğin kökünün bedevilikte olduğunun delilidir. Bunu iyi anla (...) Şu husus açıkça ortaya çıkmıştır: Kırdaki hayat, şehir ve kasabalardan öncedir ve bunun kökü odur. Çünkü şehir ve kasabaların varlığı, refah ve rahatla ilgili olan adet ve ananelere dayanmakta, bu ise zaruri maişet maddeleriyle ilgili adet ve ananelerden sonra gelmektedir. En iyi bilen Allahtır (İbn Haldun, Mukaddime, Dergâh Yayınları, c: I, 2007: 326).

Farabi'de yetkin toplumun varlığı şehirle ortaya çıkar ve fakat bu ortaya çıkış ilkel-uygar kategorisi (ileri-geri hareketliliği) oluşturmaz. Farabi'de ise şehir, çadırlarda yaşayan bir topluluk içinde dahi varlık bulur. Çadırların birleşmesinden sokak ve sokakların birleşmesinden mahalle inşa edilir. Mahallelerin birleşmesiyle “şehir”e ulaşan Farabi, göçebe Türkmenlerin “yürüyen şehir” fikrine oldukça yakın  düşünce üretmiştir.

Dolayısıyla Farabi'nin düşüncesinde kır-kent diyalektiği bulunmamakta “fazıl şehir & batıl şehir” yaklaşımı geliştirilmektedir. Düşüncesine Hz. Peygamber (asv)'in “Mekke & Medine” hayatını temel alan Farabi'ye göre ilim ve marifet sahibi başkanla yönetilen kişiler erdemli, iyi ve mutlu kişilerdir. Bu kişiler bir umem (kabile-topluluk) oluşturursa o, erdemli bir umem olur. Onlar bir yerleşme bölgesinde toplanırlarsa onları böyle bir yönetim altında bir araya getiren bu yer, erdemli şehir olur. Ama, bir yerleşme bölgesinde değil de, değişik yerleşme bölgelerinde toplanırlarsa ve bu bölgelerin insanları sözkonusu yönetimin dışında başka yönetimler altında iseler; onlar, o yerleşme bölgelerinin “erdemli yabancıları” olarak yaşarlar. Onların böyle dağınık yaşamaları, ya biraraya gelebilecekleri bir şehrin henüz bulunmayışından ötürüdür ya da böyle bir şehirde olmalarına karşılık, düşman saldırısı, vebâ, kıtlık ve bunun gibi birtakım felâketler yüzünden dağılmak zorunda kalmış olmalarındandır (Farabi, Es-Siyâset'ul-Medeniyye veya Mebâdi'ul Mevcûdât, Kültür Bakanlığı Yayınları, Çevirenler: Mehmet Aydın, Abdulkadir Şener, Rami Ayas, 1980: 45-46).

Farabici tezden hareket ederek Fazıl toplumsallığı “şehir-medine” ve Batıl toplumsallıkları da “kent” kavramıyla tanımladık. Şehir ve medeniyet kavramları konusunda İslâmcı ve muhafazakârların genel temayülünden kopmamızın sebebi budur.

YORUM YAP