Tıbb/tıp en mükerrem varlığın can, akıl, din ve nesil emniyeti için vardı. Bugün bu iddiasını sürdürmekle birlikte, yoldan çıktı. İkinci cihan harbi sonrasında endüstri ve kimyanın emrine girdi, daha sonra ise sermayenin…
Elinde korku, kortizon, antibiyotik, ağrı kesici, neşter ve vitamin gibi güçlü silahlar var artık insana doğrulttuğu.
Kimileri hemen diyecektir ki, ‘başına bir hastalık gelmeye görsün, seni o zaman görürüz.' Kimileri de ‘elimize düştüğünde görürüz seni?'
Kim ne derse desin bize düşen gerçeği sadece gerçeği haykırmak!
Öncelikle şu hakikat çok iyi bilinmeli: İnsanı ölümden sadece eceli korur, tıp değil. Tabibe düşen insanı ölümden değil, hastalıktan korumak.
Ona düşen öncelikle ahlaklı olmak, sonra yitik hikmeti öğrenip, toplumu hasta etmemek. Her şeye rağmen hasta olmuşsa, ona zarar vermeden tedavi etmeye gayret etmek.
Şimdi düşünün, adına modern tıp denilen bu yeni müessese bunların hangini yapıyor?
Gün geçmiyor ki, elem verici bir hastalığa dûçâr olmuş birisi, ehil bir hekim için kapımızı çalmasın. İnsanlar biçare. Hastaneler İstiklal caddesinden daha kalabalık. Adına eczane denilen ‘ilaç' marketleri de öyle.
Ölümlerin en çoğu kalp damar derdi, ardından kanser, diyabet, organ yetmezlikleri, tedavi hataları vs yüzünden. Dünyada yaşlılıktan ölenlerin sayısı ta yedinci sıraya yükselmiş… Kim bilir, pek yakın zamanlarda 70'e bile çıkar.
Hastaneleri ne kadar lüks ve gelişmiş teknolojilerle donatırsanız donatın, bu tıp ve lüks mekânlar insana şifa veremez. Şifayı veren Şafi olandır. Bunun farkında olmayan doktor da, hasta da beyhude bir uğraş içindedir.
Şifa hastanede değil, şifahanede aranır. Ne zaman şifahaneleri ihya eder, içlerine hikmetle mücehhez hekimler koyarız, işte o vakit, ne bu kadar hasta kalır, ne de yılda 35-40 milyar dolar harcamak zorunda kalırız.
Bu memleket tayyib gıda için bir adım atsa, hastalıklar yüzde 10 azalır. On adım atsa yüzde 95…
Ziraat artık utanılan bir meslek. ‘10 ton buğday verip, bir tablet almak' tabirini kullanan adama söylenecek tek söz: Bre gafil, zavallı… Tableti üreteni de, alıp satanı da, kullananı da doyuran topraktır. Lakin bunu görmek için göz değil gönül gözü gerekir.
Şifa toprakta, toprakta yetişende. Bir kul gösterin ki, kimyasaldan iyileşmiş olsun. Gösteremezsiniz! Göstereceğiniz kortizonla, antibiyotikle, ağrı kesiciyle baskılanmış hastalar. İçten içe çürüyen bedenler…
Tıpçılar ne yapar? Korkutur. Yolunuz düşmeye görsün, gebeliği, ergenliği, lohusalığı, adetten kesilmeyi, yaşlılığı hastalık gibi sunar ve korkutur.
Daha dün yeni gebe bir genç hanımı ‘çocuğun düşer' deyü korkutmuşlar. Kaynana: ‘Ben oğluma gebe iken çeşmeye su doldurmaya gitmiştim, yüzüstü düştüm yine bir şey olmadı…' şeklinde haykırmış Hakkı. Ama dinleyen kim?
Tıpkı pazarlamacının önüne konulan gibi, patron önüne bir kota koymuş. O mutlaka dolacak. Devlet performans ve döner sermaye denilen bir tuzak kurmuş. Para ve gelecek korkusu sarmış pek çoklarını. Hatta daha fazlası…
Tıpçılar ne yapar? Bu hastalığın çaresi yok: Ömür boyu falan falan ilaçları kullanacaksın… Formaliteden heyetler teşekkül ettirilip, devletten her daim ilaç almanız için raporlar tahsis ederler. Sonrası malum…
Kortizonun görevi, savunma sistemini devre dışı bırakmak. Savunma ordusunu görevini yapamaz hâle getirmek...
Ağrı kesicinin ki, acınızı öteleyip unutturmak. Antibiyotik ise, bir yeri yaparken geri kalanı yıkmak…
Ya gıdalardan çaldıkları vitamin ve mineralleri sentetik tabletlerle sunmaya kalkmak da neyin nesi?
Mesele şu: Biz merhameti kaybettik. Basiret ve dahi ferasetten yoksunuz. Kim Hakk'ı söylerse, onu taşlıyoruz. Kim de ustaca yalanlar söylerse, yanında saf tutuyoruz. Şükür ki, gün döndü artık hakikat çığı düştü. Bu çığ ki, önüne geleni ezip geçen değil, kurtaran/koruyan bir çığ.
Türkiye ziraatta, hayvancılıkta ve tohumda kemiyet tuzağından kurtulup keyfiyete yönelirse, insanı ve geleceğini kurtarır.
Çözüm sadece kadim tıp uygulama merkezlerinin sayısını artırmak ve bu hususta mevzuat geliştirmek de değil. Bunlar adım mı, elbette... Muhterem Cumhurbaşkanımız Recep Tayyib Erdoğan ve mehtereme zevceleri hanımefendinin bu bahisteki hassasiyetleri herkesin malumu.
Lakin mevcut ziraat (gıda, tarım ve hayvancılık) politikaları çözümden çok derdimizi büyütür. Bu yüzdendir ki, hem zat-ı âlilerinden, hem de yeni nazır Faruk Çelik beyden çok şey bekliyoruz.
Malum Allah Azze ve Celle, geçmiş peygamberler ve ümmetlerden “tayyib” olanlardan yiyip içmelerini istediğini beyan buyurur. Sadece onlardan mı? Hayır! Aziz ve Kerim Kitabımız da, hem gayri Müslim insanlardan, hem de Mü'minlerden tayyib olanları yiyip-içmemizi ve giymemizi emrediyor.
Böyle giderse yani bir kısmımız emanete sahip çıkmazsa, maazallah yüksek dağ ve yaylalardaki nadir otlar dışında yiyecek tayyib kalmayacak! Gün bugündür, feda edilecek zaman kalmamıştır. Hem biz, hem de tıp çevrelerinin kendine gelme vaktidir. Biz gereksiz yere doktora gitmeyeceğiz, onlar da endüstrinin kendilerine dayattığı bu silahları bize doğrultmamalı.
Gebe iken asla gitmeyin. Gebelik hastalık değil, Allah'ın yaratma biçiminin tezahürü. Bebeğin sahibi siz değil, Allah (c.c.)'tır! Tıbbın korku imparatorluğuna teslim olmayın! Emanete sahip çıkın yeter!
Yoksa betonların altına gizlediğimiz ve utandığımız o toprağa geri döndüğümüzde, bu vaktin hesabını veremeyiz.
OKUNACAK KİTAPLAR
Sağlığın Gaspı, Ivan Illich (tüm kitapları), Ayrıntı yay.
Kanser Cinayetleri, Yaşar Gönen, Ozan Yay.
Kanser Savaşları, Robert N. Proctor, Paradigma Yay.
(önceki yorumun devamı) Zira 'acaba ben mi yanlış biliyorum mânâlarını' diye şüpheye düşüp lûgât manalarını kontrol edince gördüm ki, buradaki ifade vasıf-kalite tuzağından kurtulup rakam-miktar tarafına yönelmeli mânâsına geliyor. Zaten bugün de yapılan, kötü vasıflı ama bol miktarlı üretimdir ki maalesef bizi mahveden de budur.Eğer ben yanlış anladıysam kusurumu bağışlayın. Muhtemelen lisân üzerindeki eksikliğimden kaynaklanmaktadır.Selam ve dua ile...
Hocam Allah razı olsun. Sizin gibi az sayıdaki ilim ve hakikat erbâbı sayesinde bazı şeyleri farketme imkânımız oluyor.