Kıymetli Can Kemal Özer'in Yeni Söz Gazetesi'ndeki Tavuk Yiyelim Mi Yemeyelim Mi? başlıklı yazısında (erişim tarihi: 11 Kasım 2015; http://www.yenisoz.com.tr/tavuk-yiyelim-mi-yemeyelim-mi-makale-7227) iktisatçıların, sosyologların, kent planlamacılarının dikkate alması gereken çok önemli vurgular bulunuyor.
Bu yazıdan bir bölüm okuyalım:
“İbn-i Mace'nin ‘mâşiye' yani koyun, keçi, sığır ve deve edinme bölümünde, son derece ilginç bir nâkil yer alıyor. Nakil diyorum, çünkü hadis ‘mevzu' olarak zikredilmekte. Buna rağmen, hem konunun önemi, hem de mânâsının bugün tezahür etmiş olması, rivayeti bir başka boyuta taşıyor.
O nâkile göre: Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasülullah (s.a.v.), zenginlere koyun-keçi edinmelerini emretti ve buyurdu ki: “Zenginlerin tavuk edinmeleri halinde, Allah c.c, köylerin helak olmasına izin verir.” (Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, c.6 s. 356-358). İbn-i Mace'de bu rivayetle ilgili şu nota yer veriliyor: “Sindî, bu hadisin açıklamasıyla ilgili olarak: Fakirler tavukçulukla geçinebilir, besledikleri tavukları ve mahsullerini satmakla kazanç sağlarlar. Zenginler tavuk edindikleri takdirde, kendi tavuk ihtiyaçlarını kendileri gidermiş olur ve haliyle fakirlerden satın almalarına ihtiyaç kalmaz. Bu hâl ise fakirlerin geçim yolunu daraltmış olur.
Fakirlerin geçim yolunu tıkamak ise, toplumun helâkine sebebiyet verebilir. Allah (c.c.) böyle bir toplumun helâkini diler, demiştir.” Hadisin sahihliği konusu bizim meselemiz değil. Ancak bu rivayet, Hadis-i Şerif olmasa bile, mânâ olarak günümüzde tecelli etmiştir” (Can Kemal Özer, Tavuk Yiyelim Mi Yemeyelim Mi?, Yeni Söz Gazetesi, 11 Kasım 2015).
Bu rivayetten anladığımıza göre, sermayenin tavukçulukla uğraşması, köylülüğü tasfiye etmekte, kentleşmeyi tetiklemektedir.
Türkiye'de ahîlik araştırmaları, kimin neyi-nasıl üreteceği konusunda fikir ortaya koyamamaktadır. Bu cihetle Kemal Özer'in yazısı “ahîlik” nazarında ilham vericidir.
Ahîlerin 1) Moğol emperyalizmine karşı direndikleri, 2) Meslek bilgilerini ustalarından aldıkları ifade edilmektedir.
Mikail Bayram, bir üstadın rehberliği olmadan bir sanata sahip olmanın caiz sayılmadığından bahsetmiştir: “Ahî Evren'in şeyhi Evhadü'd-Dîn-i Kirmânî'nin Malatya'daki halifesi Şeyh Fahru'd-dîn Hasan, bir zaviye yaptırmış, zaviyeye su temin etmek için de kuyu inşa etmiştir.
Evhadü'd-Dîn, bu kuyuyu görünce çok beğenmiş, kuyuyu yapan ustaya bu sanatı kimden öğrendiğini sormuştur. Usta da sanatını kimseden öğrenmediğini, kendi kendine bu sanatı icad ettiğini ifade edince, Şeyh Evhadü'd-Dîn hemen bu kuyuyu doldurtmuştur. Kendisine bu davranışının sebebi sorulduğunda “Bir usta mesleğini, o mesleğin ustasından öğrenmemişse, yani intisabı yoksa meydana getirdiği eserde kutsiyet ve haysiyet olamaz” demiştir” (Mikail Bayram, Ahî Evren ve Ahî Teşkilatı'nın Kuruluşu, Damla Matbaacılık, 1991: 150).
Meslekte kutsiyet, ulvîlik, haysiyet arayışına bu derece önem verildiğine göre, Batı epistemolojisinin teknolojisini ve üretim bilgisini almanın Ahîliğe aykırı düştüğünü söyleyebiliriz.
Batı kapitalizmini, Batı'nın üretim modeli ile aşamayacağımız ortadadır. Bu nedenle günümüz Ahîlik araştırmalarının “ileri teknoloji, İslâmî ahlâk” sentezine savrulması derda deva olmayacaktır. Öte yandan “fabrika yapan fabrika” söyleminin kırsal alanı insansızlaştıran, geçimlik ekonomiyi hırpalayan politikalara yol açtığı da görülmektedir.
Türkiye “sanayileşme teorisi” ile bir başarı elde edemedi. Sanayileşme hayali, tarıma ithal makinelerin sokulmasıyla halkın borçlanmasına ve küçük çiftçilerin iflasına yol açtı. Tarımda makineleşme şehre göçle sonuçlandı. Dünya pazarına ziraî ürün süremeyen küçük çiftçiler topraklarını kaybedince şehrin çeperlerinde yaptıkları gecekondularla “sanayileşemeden kentleşme” dediğimiz bir sürecin yürütücüsü oldular. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmeye ve makineleşmeye verilen bu önem, Müslüman toplumlarda Âhîliğin iktisadî-içtimaî zeminini bozan bir “endüstri takıntısı” oluşturmuştur.
Geleceğin dünyasının artık “sanayileşme” perspektifini aştığı ise ortadadır. Çok değil, belki elli yıl sonrasının dünyasında SU - GIDA - ENERJİ, çıkacak savaşların sebebi olacak görünüyor.
Türkiye, “fabrika üreten fabrika” zihniyetiyle dakikada milyonlarca meta üreten bir imalat zihniyetine meftun durumdadır. Bu zihniyet, kullandığımız çoğu kavramın içini boşaltmıştır. Kullandığımız çoğu kavram da Ahîliğin zihin ve anlam dünyasından kopmuş durumdadır. Örneğin mamul malların kullanımı için tercih edilen kavram “tüketim”dir. Tüketen kişilere “tüketici” denilmektedir. Tüketici, 4077 ve 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun(lar)la “korunmaya” çalışırken, “Tüketici Dernekleri” de bu konuda sosyal baskı grupları oluşturmaya çalışmaktadır. Yine bu kapsamda, kaymakamlıklarda “Tüketici Hakem Heyetleri” kurulmaktadır.
Bütün bu çalışmalara rağmen imalatçı-müşteri ilişkilerinde alacak-borç doğuran mallar için Ahîlik perspektifinde şunu söylemeliyiz ki, İslâm meta üretimini doğru görmemektedir. Zira İslâm düşüncesine malların kullanımının adı “tüketim” değildir. Bu cümleden olarak İslâm toplumlarında müşteri asla “tüketici” sıfatı kazanmamaktadır. Çünkü İslâmî anlamda malların kullanımının adı “SARF”tır. Malı kullanmaya, elde bulundurmaya “TASARRUF ETMEK” ve malı saçıp savurmaya, mala işkence uygulamaya ise yine “sarf”tan gelen “İSRAF ETMEK” terimlerini kullanırız. Harcamaya “SARFİYAT”, harcama yaptığımız zaman yapılan ödemeye “MASRAF” demekteyiz.
Türkiye'de Ahîlik araştırmalarında “tüketim-tüketici” kavramları üzerinden düşünce üretilmekte ve “sanayileşme takıntısı”na hizmet eden seri-yüksek imalat mantığı metalaşmaya yol açmaktadır.
Ahîliğin; meta üretimi, toplumun mala boğulması, piyasanın yüksek arzla “kullan at” düşüncesine sıkıştırılması, müşterinin “tüketici”liğe ayartılması zihniyetiyle bir ilişkisi yoktur.
Hakikatte “kullan at” fikrine hizmet eden imalat yapılanması “müsrif toplum”a sebebiyet vermektedir.
Ahîler, mamul ve ürünlerin ömre sahip olduğunu düşünürler ve maddeyle ilişkilerini de bu düşünceden hareketle geliştirirler. Yerde ve gökte bulunan mahlûkların tamamına Allah'tan bir ömür verilmiştir. Yerde ve gökte bulunanların tamamı, Allah'ı, bu ömürle zikretmektedir.
Tavuk üreticileri ise kırk beş günde 2,5 kilograma erişen “canlı”nın yıllar süren ıslah ve seleksiyonlar sonucu en yüksek et verimine ve hızlı gelişme özelliğine sahip tavuk ırklarının geliştirilmesiyle elde edildiğini savunuyor.
Bu üreticilere kendi bebeklerinin doğduktan altı ay sonra 20 kilograma ulaşması halinde ne yapacaklarını sormak istiyorum.