Lütfi Bergen

Tanpınar’da şehir-mimari-peyzaj

16.09.2015 11:25:52

Tanpınar, “Beş Şehir” kitabında “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu” diyordu.

Tanpınar'a göre İstanbul, büyük mimarî eserlerinin olduğu kadar sürpriz peyzajların şehridir. Hatta, ‘İç İstanbul'u onlarda aramalıdır.

Bunlar şehrin mahremiyetinde âdeta eriyip ona karışmış hissi veren küçük camiler, medreseler, hiç beklemediğiniz bir yerde mermer bir çeşme aynası veya kapı çerçevesi, iyi yontulmuş taştan beyaz bir duvar, iki servi, bir akasya veya asma, küçük ve üslûpsuz bir türbe yahut küçük bir bahçe sanacağınız bir mezarlıktır.

Onlar zaman içinde damla damla teşekkül etmiştir. Hepsinde ağaç, su, taş insanla geniş ilhamlı ruh gibi konuşur. Bizim asıl peyzajlarımız bu köşelerdir.

İstanbul halkı onları yaşarken yapmıştır.

Kâinata ruhlarındaki birlik çerçevesinden bakan insanların eseridir. Şüphesiz bunlarda da asıl söz gene mimarlığındır. Fakat bu mimarlık, Bayezid, Süleymaniye, Ayasofya, Sultan Ahmed, gibi etrafındaki her şeye kendi nizamını kabul ettiren bir saltanat değildir.

Bunlar bir yığın inanç, gelenek, sevkitabiî haline gelmiş zevk ve tesadüf ve hattâ asırların ihmaliyle olmuş terkiplerdir. Şu türbede fetih günü şehit düşen bir veli yatar. Şu çeşme I. Abdülhamid sarayının kadınlarından birinin hayratıdır. Yanıbaşındaki mezarlıkta, herkesin malı olan bir Hüvelbâkî'nin altında büyük bir hattat veya musikî ustası gömülüdür.

Bütün bu mezarlar, türbeler, çeşmeler; parmaklıkları, kitabeleri, mezar taşlarının yontuluşları ile sanatı, cins malzemeyi bir mevsim gibi cömertçe ortaya atarlar. Bu yaşanan dindarlık, medeniyettir. Pek az yerde sanat ve mimarî gündelik hayata bu kadar yakından karışır.

İstanbul halkının beğendiği, benimsediği adama ölümünden sonra verebileceği tek rütbesi vardı: evliyalık.

Halkın sevgisini kazanmış adam mübarek tanınır, ölünce velî olurdu. Onun içindir ki İstanbul evliya ile doludur. Bu cinsten köşelerde gülü, serviyi yahut çınarı yetiştiren tabiatın cömertliğinden başka hiçbir israf ve debdebeleri yoktur.

Hemen her yerde, çoğu surların etrafında olmak üzere, fetih şehitlerinin mezarları vardır. Bunlar İstanbul'un tapu senetleridir.

İstanbul'da bizim hayatımız bu şehit türbelerinin etrafındaki hürmetle başladı. Bizans'ın asırlarca işlenmiş, bin türlü külfet, merâsim ve âdapla dolu, altına ve sırmaya garkolunmuş derin ilâhili ruhaniliğini dedelerimiz bu şehit türbelerinin başında yaktıkları ilk mumla yendiler. Bu suretle semt semt halkça kutlu yerler ortaya çıktı. Sonra mimarî geldi, bu kutluluğu küçük bir mescitle ve yeşil renkle giydirdi.

Tanpınar, şehir inşasının yol haritasını veriyor.

Devletler medeniyet kuramayacaktır. Medeniyet, kâinata ruhlarındaki birlik çerçevesinden bakan insanların eseridir. Müslümanlar ölüleri, sebilleri, küçük mescitleri ve onları yeşile saran bahçeleriyle varlıklarını ebed-müddet eylediler.

Topraksız kalanlar, mezar, sebil, mescid yapamayacaktır. Bir de, dikili ağacımız olmalıdır.

Hz. Peygamber (asv), “Kıyamet kopsa dahi elinizdeki fidanı dikin” (Buhari, El-Camiu's-Sahih, Kitabü'l-İman,ÇağrıYayınları,1980) buyurmaktadır. Bu eylem Müslüman insanın yaşadığı yeri mühürlemesi, işaretlemesi, sınır tayin etmesi, bir toprağa sahip olması ile ilgilidir.

Mescidlerin ağaç boylarını geçmemesi evlerin de mescidlerin yüksekliklerine varmaması. gerekiyor. Şimdi bu iş tersine döndü. Gökdelenler yükseldikçe ya minarelerin boyu uzuyor ya da camiler yüksek tepelere tapınakvari cesametle inşa ediliyor.

Müslümanlar, milyonluk konutlarında çiçek yetiştirmeyi seçmekle “kıyamet kopsa dahi elinizdeki fidanı dikin” emrine ters düştüler.

Asfalt ve beton kabardı, fidanlar elde kuruyakaldı.

YORUM YAP