Önceki yazıda, Peyami Safa'nın Cumhuriyet modernleşmesini Toynbee'nin “hérodianisme” kavramıyla karşılayıp kendisini “Doğu-Batı sentezi” fikrinde konumladığına işaret etmiştik. Batılı emperyalizmle karşılaşan Doğu-İslâm toplumları için Toynbee'nin öngördüğü iki tepkisel refleks Peyami Safa tarafından aşılmıştı. Peyami Safa'nın yaklaşımı Fırat Mollaer tarafından “muhafazakâr sentezcilik” (Mollaer, 2016: 81) şeklinde kavramlaştırılmıştır. Mollaer'e göre “tekno-muhafazakârlık, kapitalizmle eklemlenmiş durumdadır” (Mollaer, 2016: 217).
Diğer taraftan Nurettin Topçu'nun da “sentezci” sayılabileceğine dair alıntılar yapmıştık. Topçu'da “sentez”, Batı'nın tekniğini almak şeklinde değildir. O'nda “milleti millet yapan değerleri” muhafaza ederek bunları aklın, ilmin, felsefenin çizdiği yollardan ilerletip, ruhlarda hareket doğuran inkılâbı esas alan bir sentez düşüncesi öne çıkarılır. Bu yaklaşımıyla Topçu, “Batı'nın teknolojisini” değil, “Batı'nın ilmini” almayı önermektedir. Dolayısıyla görüşleri belki kapitalizme gitmeyecek ama Batı ile yapılacak sentezi de reddetmeyecektir. Topçu'ya göre Batı'nın ilmini almak yerine teknolojisini “Bir müze malı gibi veya şöhret kürkü gibi mahfazalar ve bohçalar içerisinde, güzidelerle münevver geçinenlerin temaşasına mahsus, cemiyetin hayatıyla alâkasız bir antika eşyası halinde aldık” (Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, 1998: 30). Topçu gelen teknikten memnun değildir: “Batı tekniği bize bir asırdan beri damla damla gelmektedir. Teknik; kültürden sızan bir usare, kültür ağacının yetiştirdiği bir meyvedir. Hâlbuki bizim kendi kültürümüz tekniği yaratmadı. Onu emanet bohçalar içinde Batı'dan aldık, yaratmanın zevkini biz yaşayamadık” (Topçu, 1998: 19). Ancak bilim başkadır: “Esasında ilim, Batı'nın malı değildir. İnsanlığın çocukluk devrinde, Asya kavimlerinin kucağında hayata kavuşmuştur. Ancak onun bütün karakterlerini kazanarak kendi iradesinin bütün şuuruna sahip olması, Batı medeniyeti dediğimiz Rönesans'tan sonraki Avrupa medeniyeti içinde mümkün olmuştur” (Topçu, 1998: 30). Görüldüğü üzere Topçu da, “sentez” düşüncesi açısından tıpkı Peyami Safa gibi Batı'nın vazgeçilmezliğine teslim olmaktan kendini alamamaktadır. Ondaki vurgu da son tahlilde “teknik-teknoloji” meselesiyle ilişkilidir. Teknoloji kendi kültürümüzün çocuğu olmalıdır.
Tanıl Bora da, “sentez” kavramını kullanarak bazı değerlendirmeler yapmaktadır: “… ‘Modernleşme'yle ‘Batılılaşma' arasındaki ‘pratik' anlamdaşlıkla baş etme meselesi, Batılı-olmayan milliyetçi hareketlerin en zorlu meselelerinden birisini teşkil etmiştir” (Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hâli- Milliyetçilik Muhafazakârlık İslâmcılık, İletişim Yayınları, 1998: 23). Batı uygarlığıyla karşılaşma, modernleşme ve ona “milliyetçi” reflekslerle cevap verme kaygısı, Türk sosyalizminin de zorlu meselesi değil miydi?
Tanıl Bora, “Yerli-milli kültürel özü korumakla evrensel medeniyete erişme hedefi arasında uyumu korumanın tipik yolları, Batılı medeniyeti alternatif bir medeniyet adına reddeden bir medeniyetçi milliyetçilik veya (…) Batılı medeniyetle yerli-milli kültürü ‘sentezlemek' olmuştur” (Bora, 1998: 24) derken sosyalistlerin tutumlarını unutmaktadır. Türk sosyalist aydınların Batı karşısındaki “sentezci” yaklaşımı muhafazakâr aydında bulmak istenilen zaafların hemen hemen aynısı olmuştur. Nitekim “TİP Programı da aynı görüşleri yineleyecekti: Kişiliğini Kurtuluş Savaşı'nda bulmuş olan Türk Milliyetçiliği, halkçılıktan ayrı düşünülmemeliydi. (…) TİP'e göre milliyetçilik, ister siyasal, ister ekonomik olsun her türlü yabancı boyunduruğuna karşı olmaktı. TİP'in milliyetçi görüşü, kökeni 18. ve 19. yüzyıllara dayanan sol milliyetçiliği, ulusal bağımsızlıkçı milliyetçiliği ve günümüzde özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde görülen ulusal kurtuluş akımlarını kapsıyordu (…) TİP de Türkiye'yi ‘tarihin ilk kurtuluş savaşını kazanmış' ülke olarak tanımlıyordu. Kurtuluş savaşından zaferle çıkmış olan Kemalist milliyetçiler, Batı emperyalizmi karşısında bir savaş bayrağı olmuşlardı. Böyle bir ulusçuluk, ‘anti-emperyalist' ve ‘anti-kapitalist' bir nitelik taşıyacaktı. TİP için sosyalizm ve ulusal bağımsızlık el eleydi. NATO'ya, CENTO'ya, Ortak Pazar'a, yabancı sermaye ve özellikle ABD'ye karşı olmak, planlı kalkınma, Türkiye'nin sosyalizme yönelişi için gerekliydi” (Artun Ünsal, Umuttan Yalnızlığa Türkiye İşçi Partisi (1961-1971), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2002: 120-121).
Görüldüğü gibi TİP de çok rahatlıkla “yerli-milli” bir refleks geliştirebilmiştir. Soldaki refleksin de 1) Zélote, 2) Hérodianisme, 3) Kapitalistleşemeden Sosyalistleşemeyiz (İdris Küçükömer), 4) Yerli-milli sosyalizm (Yön-MDD, Galiyefçilik, Maoculuk, vs) şeklinde tasnif edilmesi mümkün değil midir?
Suavi Aydın, “Marksizm'in Üçüncü Dünya'daki yükselişi, Batı'dakinden farklı bir Marksizm yaratmıştır” derken Üçüncü Dünya Marksizmi üzerinden Batı'nın sömürgeci geçmişine duyulan tepkilere işaret etmektedir. O'na göre Batı-dışı Marksizm, “Avrupalılaşmaktan kurtulma” projesine dönüşmüştür. Fakat bazı çelişkiler vardır. Birinci problem: Batı karşısında “Azgelişmişlikten kurtulma”, ister istemez belirli ölçülerde “Batılılaşmayı” gerektirmektedir. “Üçüncü Dünya”nın “azgelişmiş” konumu, Batı'nın teknolojik, bilimsel ve ekonomik durumuna “göre”dir. İkinci problem: Batı'nın sömürgeleştirme sürecinde kendisini kültürel olarak “üstün” konumda kurgulaması sonucunda “millî kimlik sorunu” ortaya çıkmıştır. Bağımsızlığına kavuşmuş halkların azgelişmişlikten kurtulma ve aynı zamanda millî kimliklerini koruma ihtiyaçları belirmiştir. Azgelişmişliğin çaresi olan ‘modernleşme' belirli bir ölçüde Batılılaşmayı gerektirdiğinden mücadelelerinin temel amacını teşkil eden millî kişiliğin kazanılması sorunu tehlikeye düşmektedir. Marksizm, “Üçüncü Dünya”da bir “kendi benliğine sadık kalarak modernleşmek” projesinin ideolojik çerçevesi halini almaktadır. “Kendi olma”yı tanımlamanın ve vurgulamanın en kestirme yolu, kendisine bir “öteki” tanımlamaktır. “Öteki”, kaçınılmaz olarak “emperyalizm”i temsil eden “Batı” olmuştur. Böylece Birinci adımda emperyalist Batı karşısında “sömürgeler enternasyonali”, “Üçüncü Dünya” ya da “Bağlantısızlar” adı altında Doğucu atmosfere dönülmüştür. İkinci adımda ise ulus-devletleşmenin kaçınılmaz sorunları ya da birer birer ortaya çıkan ulusal sorunlar karşısında enternasyonalist dayanışma tamamen yok olmuştur. Marksizm'in evrenselci vurgusundan ve enternasyonalist dayanışma perspektifinden uzaklaşılması, Batı-dışı sosyalizmlerini “ulusal çıkar” konseptini esas alan bir girdaba çekmekte ve ideolojik açığı ortaya çıkartmaktadır. Türk solculuğunun da hatırı sayılır bir bölümünün durumu buna örnektir (Suavi Aydın, “Millî Demokratik Devrim”den “Ulusal Sol”a Türk Solunda Özgücü Eğilim, Toplum ve Bilim Dergisi, s: 78, 1998: 59-60).
Muhafazakârlık bin kılığa girebiliyor. “Sentez” daha izah edici bir kavrama benziyor.