“Sofra tutma” ve “sofra açma” konuları, Ahmet Taşğın'ın “İrfanın Anlam Kaybı ve Belirsizliği – Yesevîlikte Sofra Tutmak” başlıklı bildiri metninde anlatılmakta, Yesevî marifetin anlamlandırılmasını hedeflemektedir. Makale, Fütüvvet topluluklarının Türkistan-Horasan'dan Anadolu'ya, Anadolu'dan Balkanlara ulaşan yayılma ve yerleşme hareketini izah etmek bakımından bir model sunmaktadır.
Bu geniş coğrafyada yayılmış toplulukların kültürel hafızasında menkıbe/destan/velayetnâmeler bulunmaktadır. Bu anlatı ve metinler birbirine benzemekte ancak anlatının mecazla yüklü oluşu, onu taşıyan nüfusun parçalanmışlığı, anlamlandırma problemine sebebiyet vermektedir. Ahmet Taşğın'ın metodolojisi, anlatıları yaşatan toplulukların modernlikle karşılaştıklarında yakalandıkları anlamlandıramama problemini aşmaya yöneliktir.
Bizim ilgilendiğimiz husus ise, “sofra”nın ev-beyt kurması ve şehir inşa etmesi boyutuyla ilgilidir. Bu haliyle “sofra tutma-sofra açma” amelini ele alırken, Ahmet Taşğın'ın Horasan marifetini izah modelinden etkilenmekle beraber, bunun modern toplumda dağılan aile/mahalle/şehir sistemini yeniden tesis etmesini amaçlamaktayız. Dolayısıyla “sofra” ile kaybedilmiş “ocak” tasavvuruna yönelmekte, “ocağın” közüne üflendiği takdirde “çerağının” yeniden uyandırılacağına, bunun da ailelerden müteşekkil Müslüman toplumu harekete geçireceğine vurgu yapmaktayız.
Ahmet Taşğın'ın açıklama modelinde “sofranın irşat makamına gelen kişiye verildiği” ifade edilmektedir. Böylesi bir anlamlandırma isabetli ise de sofranın, “sofra açma” amelini hayata geçiren irşat makamında olmayan kişileri de terbiye edebileceğini, dolayısıyla hikmetini ve mürşidini kaybetmiş toplumun yola ittiba ederek marifetle buluşabileceklerini iddia etmekteyiz.
Gerçekte bu ima, Ahmet Taşğın'ın makalesinde de “alt metin” olarak ileri sürülmektedir. Taşğın'ın günümüzde hâlâ yaşadığını ileri sürdüğü “marifet toplulukları” da gerçekte aileler korunduğu için varlıklarını sürdürebilmektedir. Topluluk vasfının muhafazası, birey olmaya direnen aile-akraba yapıları ile sağlanabilmektedir. Hz. Âdem'den bugüne “sofrayı tutan” enbiya, pir ve mürşitlerin aile hayatını tanzim etmeye çalıştıklarını ve şehri inşa etmeye çalıştıkları söylenebilecektir. Sofra, fazıl topluma, yani birbirlerine kenetlenmiş ve neredeyse aynı bedende erimiş şahsiyetlerin toplum olma (ümmet) eylemine işaret etmektedir.
Taşğın'ın işaretine göre sofra açmak, “nezrine/adağına vefa gösteren”lerde bir değişiklik husule gelmektedir. Gerçekten de bu amelde bulunanların “Hızır ile sohbet hâli”ne erecekleri, yani kalbi hikmet ve ferasete açacaklarını, fütüvvet yolunu yürüyenlerin sünnetine erişecekleri söylenebilecektir.
Sofra açmak, modern yüzyılda anlam ve eylem kaybına uğrayan insana Hz. Âdem ile başlayan ve peygamberlerle yürütülen nebevî geleneği bulmalarını ve ona bağlanmalarını sağlayacaktır. Nübüvvetle gelen “sofra açma-sofra tutma” geleneği, Hz. Muhammed'den Hz. Fâtıma ve Hz. Ali'ye öğretilmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Rivayete göre Hz. Ali ve Hz. Fâtıma, “sofra tutma ve sofra açma”yı birlikte şöyle anlatmaktadır:
“(Hz. Ali anlatıyor) Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fâtıma kendisi yapıyordu. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorduk. O hücrecikte, Fâtıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır bağlamıştı. Fâtıma'ya, babasına gidip ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemesini söyledim. O da gitti ve istedi. (Hz. Fâtıma devam ediyor) Babama gittim; fakat evde yoktu. Hz. Aişe: ‘Geldiğinde ben haber veririm.' dedi, ben de geri döndüm. Yatağa uzanmıştık ki, az sonra Allah Resulü birdenbire çıkageldi. Ben ve Ali yataktan doğrulmak istedikse de O, buna mâni oldu, aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği göğsümde hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben de durumu aynen naklettim. Allah Resûlü birden uhrevîleşti ve şöyle dedi: ‘Ya Fâtıma, Allah'tan kork ve Allah'a karşı vazifende kusur etme! Allah'ın omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim. Yatağına girmek istediğin zaman, otuz üç defa ‘Sübhanallah', otuz üç defa ‘Elhamdülillah', otuz üç defa da ‘Allahüekber' de. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” Bu rivayet Buhari, Müslim, Ebu Dâvud gibi hadis kaynaklarında yer almaktadır.
Taşğın'a göre, uzun ve geniş bir coğrafyada yayılan Yesevîlik, gelişip genişlediği toplulukları kendi irfanı üzerinden tanımlamış ve anlamlandırmış olduğu halde, modern zamanlarla birlikte ilk olarak, kavram ve anlamını taşıyan insanları (mürşitleri) kaybetmeye başlamıştır. İkinci olarak Ahmet Taşğın, Yesevî ardılı toplulukların halen varlıklarını sürdürmekle birlikte, bilginin belirsizliğinin yanında siyasal olarak parçalanmışlık nedeniyle mekânın yetimine uğramaları hususuna dikkat çekmektedir. Böylece üzerinde yaşadıkları mekânı, toprakların tanım ve anlamını da kaybeden topluluklar, mekânını yani varlık alanını kaybedince mesajı da kaybetmiş olmaktadır. Taşğın'a göre Yesevîlik kavram ve anlamını sözlü ve yazılı olarak taşımakta; sözlü aktarımla zihin ve kalbe kaydetmektedir. Bu metinler, mekân olarak insana (zihin ve kalbe) işlenmektedir. İkinci mekân ise Yesevî halife ve dervişlerin yani Türkistan ve Horasan pirlerinin türbeleridir.
Bu her iki mekân Rum ve Balkan coğrafyasında yaşayan Yesevî marifetinin senetleridir. Taşğın'a göre, Yesevî adı ve marifeti bir şekilde Rum ve Balkan coğrafyasında kendilerini Türkistan ve Horasan'a refere eden eren ve evliyaya bağlı topluluklar bünyesinde sözlü ve yazılı metinler olarak korunmuştur. Ancak İslâm ilimleri disiplinleri, Yesevîliğin şahıs kadrosuyla hareket edip nerelerde nasıl yerleştikleri hakkında bilgi vermekte ise de mevzunun içeriği hakkında izah getirmekten kaçınmakta; Rum ve Balkanlarda günümüze kadar etkisi süren irfanın kavram ve anlam dünyası üzerinde durmamaktadır.
Anlaşılacağı üzere Ahmet Taşğın, “sofra tutma” konusunu günümüzde yaşayan topluluklarda sözlü-yazılı olarak dile getirilen marifetin anlamlandırılması zaviyesinden ele almaktadır. Bizim konuya yaklaşımımız ise marifet topluluğu olma vasfını kaybetmiş, klasik anlamıyla mahalle/akrabalık ilişkilerini de yitirmiş ve bireylerden mürekkep bir yığın haline gelmiş Müslümanların “sofra tutma-sofra açma” sünnetini ihya ederek Allah'ın yardımını çağırabileceği iddiasından hareket etmektedir.
Dolayısıyla bizim muhatap aldığımız kitlenin Yesevîliğin marifet mekânlarını yitirmenin yanında sözlü ve yazılı metinlerini de kaybettiği, tek başına yemek yemek nedeniyle “sofra”dan uzak düştüğü, bu nedenle “taam” üzerinde didişmeye başladığı gözetilerek düşünceye yön verilmelidir.