Kadir Mısıroğlu

Sevr ölüm, Lozan hayat!…

01.10.2016 00:12:07

Lozan hakkında umumi değerlendirme - 2

Asgarî Vatan

O halde, Lozan'ı değerlendirmede başka bir kıstasa istinad etmek şarttır. Bu da “Misak-ı Millî” den başkası olamaz! Peki, nedir Misak-ı Millî? Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Mondros Mütarekenâmesi'nin imzalanmasından sonra, Müttefiklerden pek kötü teklifler geleceğini tahmin etmiş ve buna karşı yapabilecekleri fedakârlıkların azamî hudutlarını çizmişlerdir. Buna göre, maddî ve manevî bütün mes'elelerde kabul edebilecekleri şartları “Misak-ı Millî”ismiyle 6 madde hâlinde tespit ve 29 Ocak 1920'de kabul etmişlerdir.

Vâki mağlubiyetler sebebiyle -realist olabilmek için- “asgarî vatan” kabul edilen bir hudut çizilmiş ve bundan fazla fedakârlığa razı olunmayacağı belirtilip üzerine yemin edilmiştir! İngilizlerin siyasî faâliyet merkezi olarak Ankara'yı ortaya çıkarmak maksadıyla Rauf Orbay ‘ın da teklifi üzerine (Feridun Kandemir tarafından kaleme alınan Rauf Bey'in hatıralarına bakarsanız O'nun İngilizler'e Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nı bastırmakla iftihar (!..) ettiğini görürsünüz!)

Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nı basması neticesi mebuslar, yeniden seçilenlerle birlikte 23 Nisan 192O tarihinde Ankara'da toplandılar. Burada da ilk iş olarak, bu Misak-ı Millî'yi ele almışlardır. O zaman yapılan çeşitli teklifler arasında, Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın hazırlamış olduğu metni eksik bulup, daha geniş hudutlar ihtiva eden yeni teklifler ortaya atıldığı görülmüştür. Ancak o anda da henüz bir zafer kazanılmış olmadığı için yine -realist davranmak- ve Müttefikleri tahrik etmemiş olmak maksadıyla Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın kabul ettiği Misak-ı Millî'ye itibar olunmuştur. Bu demekti ki T.B.M.M'de Misak-ı Millî'yi rehber ittihaz etmiştir. Buna göre: 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütakerenâmesi'nin imzası anında, fiilen veya hukûken elimizde bulunan yerler “asgarî vatan”sayılıyordu. Lozan'a muzafferen gidildiğine nazaran daha fazlasını istemek lâzım gelirken, bu prensip kararına rağmen verilmiş olan tâvizler korkunçtur. Ancak şurası da belirtilmelidir ki; Lozan'da mâruz kalınan kayıplar sadece “maddî”değil, aynı zamanda “mânevî” dir de… Bu bakımdan biz Lozanın'ın kayıplar tablosunu “maddî” ve “manevî” kayıplar olmak üzere iki bölümde işleyeceğiz. Fakat önce bu kayıpıların fiilî ve psikolojik âmillerini zikredelim:

Akıl Hocası Bir Hahambaşı
Lozan Başmurahhası İsmet Paşa , böyle bir müzâkere için zarurî olan lisan bilgisinden ve tecrübeden mahrumdu. O derecede ki; bu aczini bizzat itiraf ederek Lozan'a gitmekten itizar ettiği M. Kemal Paşa ‘nın Nutku'nda bile kayıtlıdır. Ayrıca Lozan yıldönümlerinin birinde gazetecilere bu husustaki acemiliğini bizzat ifşa edercesine: “O güne kadar çizmeden başka hiçbir ayakkabı görmediğini, hiçbir diplomatik faâliyete katılmadığını, salona girerken ayrı bir elbise giyeceklerini sandığını” beyan etmişti. İnönü ‘nün kulakları rahatsızdı, iyi işitmiyordu. Bu bakımdan müzâkereleri takip edebilmek için bir aracı kullanıyordu. Aracılar müşâvirlerden seçiliyordu. Peki bu müşâvirler nasıldı? Beraberindeki Türk gazetecileri ile birlikte, yüzelli kişiye varan Türk heyeti içinde neler yoktu?.. Bunların arasında kadın ticâreti yapmaktan, petrol şirketleri aracılığı peşinde koşanlara kadar ne türlü şahsiyetlerin bulunduğunu anlamak için İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur ‘un büyük bir açık kalplilikle yazdığı meşhur hatırâtının “Lozan Bahsi” okunmalıdır!

Bu heyetin içinde Yahudi Hahambaşısı Hayim Naum Efendi ‘nin bulunduğu ve bunun İsmet Paşa ‘ya akıl hocalığı yaptığı, Hilâfet pazarlığının bir numaralı âmili olduğu dikkate alınırsa muvaffakiyetsizliğin sebepleri biraz daha anlaşılabilir hâle gelir.

Gerek Başmurahhas İsmet Paşa ve İkinci Murahhas Rıza Nur ve gerekse heyetteki diğer eşhas, Avrupa karşısında aşağılık duygusuna kapılmış ve Türkiye'yi kendi millî şahsiyetinden vazgeçirerek bir an evvel Avrupa'ya teslim eylemek, her tâvizi verip bir an evvel sulhe kavuşmak ve içerdeki Batılı inkılâp hamlelerine başlamak arzusu bakımından Ankaradakilerden hiçbir farkları yoktu. Bu zihniyeti İnönü yıllarca sonra şu sözeri ile ne güzel ortaya koymaktadır:

“Şapka inkılâbından sonra diğer bir arkadaşımızın, Ankara Vâlisi Yahya Gâlip Bey ‘in bir ziyaretini hatırlarım. Aynı zamanda mebus olarak bulunan Yahya Yahya Gâlip Bey de çok yakınımızdı. Bir teklifi vardı.”

“”Nedir?” dedim.
“Şapkanın orta yerine bir ay yıldız koyalım; diğer milletlerden farkımız belli olur” dedi. Teklifi bu. Yahya Gâlip Bey ‘e:
“-Canım biz bunları farkımız olmasın diye yapıyoruz, sen ne teklif ediyorsun!” diye çıkıştım. (Bkz. İnönü'nün Hatıraları Ulus Gazetesi S. Nisan 1969 tarihli nüsha)

Peki Dr. Rıza Nur farklı mı düşünüyordu? Hayır. Bakınız o da bu istikâmetteki sayısız itiraflarından birinde: “Bizim şu komisyonda Hristiyanlar'ın evlenme, miras işleri v.s. hakkında Yunanlılar ve diğerleri kıyamet koparıyorlar. Ben bunlara Avrupa kanunî medenîsini tatbik etmek üzere olduğumuzu söyleyerek cevap veriyorum.” (Bkz. Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım C. 3 sh.1056)
Türk murahhaslarının Lozan Konferansı metnini imza günü onları başlarındaki silindir şapka ile gösteren fotoğraf da bu temâyülün diğer bir delilidir. Henüz şapka inkılâbı yapılmadan şu gayretkeşliği başka türlü izah etmenin imkânı yoktur.

Dosyaları Bile Yoktu!…
Türk murahhas heyetinin davalarını ispat için hiçbir hazırlıkları yoktu. Müttefikler oraya muntazam dosyalarla gelmişlerdi. Bizimkiler ise, mevzubahis olan bir eski anlaşmanın metnini dahi temin etmekte güçlük çekiyorlardı. Bu durumu ikinci murahhas Dr. Rıza Nur şu şekilde itiraf ediyor:

“Bizde ne hazırlık var, ne dosya var. Hiçbir şey yok. Lord Gürzon gibi bir takım resmî diplomatlar burada, hem bunların mükemmel dosyalan vardır. Ne yapacağız!.. Heyet-i Vekile bize giderken bir ictimada avuç içi kadar bir kâğıda sığan bir tâlimat verdi. Mustafa Kemal, İsmet ile beni bir kenara çekti dedi ki:

“Esaslarınız budur, baktınız ki hatta ……… alamıyorsunuz, sözlerinden dönüyorlar, uğraşmayın, ………….. sulhu yapın, icap ederse, ………………………………. hiç uğraşmayın!” (TCK'nın 5816 numaralı hükmüne takılabilme ihtimaline binaen alıntının bazı yerleri nokta nokta ile geçilmiştir.)

Mustafa Kemal'in de şifahî direktifi bu, hayret ettim. Trakya ile İstanbul'un bize terki mes'elesi olmuş bitmiş bir mes'ele gibiydi. Bu adamın fikri ne idi? Bilmem! Galiba ne olursa olsun, sulh istiyor. Doğrusu Trakya için zahmet çekmedik, kolay aldık, sadece Dimetoka'yı boşuna kaybettik. Fakal İsmet Lozan'da Musul için daima bana:

“Canım, gel şunu bırakalım da, sulh yapalım” der beni zorlardı. Ben:

“Olmaz, bütün mukavemetleri yapalım.” derdim.

“Canım, sonra boca ederiz, sulhu kaçırırız” derdi. Boca onun tâbiridir. Ne yapsın efendisinin emrini icra ediyor. İhtimal İngilizler, Trakya ve İstanbul için de Musul gibi yapsalardı onları da vermek isteyecekti. Bereket versin İngilizler bunlara hiç itiraz etmediler. (Bkz. Dr. Rıza Nur adı geçen eser sh. 982)

Murahhas heyetindeki dağınıklık, aynı zamanda kifâyetsizlikten de kaynaklanıyordu. Bunun tipik misallerinden biri de, tâli komisyonda Türkiye nâmına bulunan Tevfik Bıyıklıoğlu ‘nun, Müttefiklerin Ege Denizi'nde nota teatisi sûretiyle bize re'sen ve bilâ münâkaşa terkettikleri dört adayı zapta geçirirken, üçe indirilerek koskoca Limni Adası ‘nı kendi müşâvirimizin hatası neticesinde kaybetmiş olmamızdır. O derecede ki, Lord Gürzon umûmî celsede “Herhalde bu adaya ihtiyacımız” olmadığı yolunda bir beyanla bizimkilerle alay etmiştir. Türk murahhas heyetinin muvaffakiyetsizliğinin bir diğer sebebi de, kendileri ile Ankara arasındaki diyalog kopukluğudur. Sulhten sonra Rauf Bey‘in başvekillikten istifasının belli başlı sebeplerinden biri de budur. Yazışmalar, Köstence üzerinden yapılmakta idi. İngiliz Başvekili Winston Churchil hatıralarında Türk Murahhas riyaseti ile Ankara arasındaki muhâbereye Köstence'de el konulduğunu, bunların Londra'da her sabah kahvaltısında müzâkere edildikten sonra serbest bırakıldığını alaylı bir dille anlatmaktadır. Şu şartlar muvâcehesinde Türk Murahhas Heyeti'nin muvaffak olmasının ve Lozan'dan yüz akıyla dönmesinin imkânı var mıydı? Nitekim de olmadı.

YORUM YAP