Medine kurulduğunda şehre herkesin girmesine izin verilmiyordu. Şehir halkından biri şehre girene kefil olmalıydı.
Hz. Peygamber (asv)'in Medine'yi “açık şehir” olarak tasavvur etmediğini bugünlerde hatırlamalıyız. Hendek savaşı nedeniyle kazılan hendek de Medine'nin bir “kale şehir” olduğunu göstermektedir.
İtiraz edenler şunu söyleyecek: “O dediğin geçmişin savaş toplumları koşullarına ait bir uygulamadır. Şehre giren insanları kontrol edemeyiz. Bu çağda uygulama şartları yoktur.”
Peki terör, mafyalaşma, kent suçluluğu, toplum varlığına yönelik savaş değil midir?
Şehir “muhafaza edilen” demektir. Müslümanların şehirleri idarî tedbirlerle veya içtimaî müdahalelerle varlığını muhafaza eder.
Bir çıkmaz sokak mahalle halkının yabancılara geçit ve mekân sağlamama insiyatifini gösterir: “Bu sokaktan geçemezsin, çıkmaz.”
Cumbalı evlerle dolu bir mahallede dolaşmak demek binlerce gözün denetimine tabî kalmak demektir. Sokakta varlık bulmak için izah edilebilir bir bahane bulunmalıdır.
Meselâ, “sütçü” mahalleye girebilir. Ama hangi sütçü?
Yine siyere dönelim.
Kureyşlilerle Hz. Peygamber (SAV) arasında M. 628yılında 6 maddelik Hudeybiye Antlaşması imzalandı. (Zilhicce/Nisan). Antlaşmanın 4. Maddesi “Mekkelilerden Müslüman olan biri Medine'ye sığınırsa geri verilecek fakat Müslümanlardan Mekkelilere sığınan olursa geri verilmeyecek” hükmünü getiriyordu. Daha anlaşma imzalanmadan “sözleşmelere bağlılık” konusunda bir imtihan yaşandı.
Mekke'den kaçarak gelen Ebû Cendel'in Hz. Peygamber (asv)'den himaye istemesi üzerine Ebû Cendel'in babası olan Süheyl onun iadesini istedi. Hz. Peygamber (asv): “Biz anlaşma metnini henüz imzalamış değiliz” demesine rağmen iade gerçekleşti. Antlaşma üzüntü içinde kabul edildi. Ancak Hudeybiye sonrası inen ayet barışı bir “Feth-i Mübin” olarak niteliyordu.
Hudeybiye anlaşmasının şartları konuşulurken kadınların iâdesi meselesi hükme bağlanmamıştı. Mekke'den kaçan kadınlar Medine'ye sığınmaktaydı. Müşrikler bu kadınların iâdesini istediler. Bu meseleyi çözüme kavuşturan bir ayet (60 Mumtehine 10) indirildi. Ayet mü'min kadınların hicreti hakkında erkeklerin mükellefiyetlerini bildirmektedir.
“Şehre kim giriyor?” bu denetlenmeliydi.
Buna göre kadınların hicretinin sahih olduğu imtihan edilerek anlaşılacak ve kadın eğer Müslüman ise geri verilmeyecektir. Şehre gelen kadınlara “kimlik” sorulmaktaydı.
Hudeybiye Antlaşması'nın kadınlara mahsus sonuçları “Şehrin güvenliği” hakkında bize bir fikir veriyor olmalıdır.
Medine şehri elini kolunu sallayanın girip yerleşebileceği bir modern kent algısı ile değerlendirilemez.
Şehre kimin girip çıktığı kontrol ediliyordu. Bir şehre girmek için giriş talep edenin şehir halkından birinin “himaye”sine ihtiyacı vardı. Dışarıdan birinin bir mahalleye dahil olması imkânsız gibidir.
Tuncer Baykara der ki: “Divriği kalesinin içinde hiçbir zaman ev satın alma olayı olmazmış, burada sadece miras olarak ev kalırmış.”
Şehre dahil olmak için bir pasaport (himaye kartı) temin etmesi gereken kişinin hayatını idame ettirmesi için de bir başka himaye silsilesine (pasaport işlemine) tabi olması gerekirdi. Yani esnaf olacak ise önce çıraklıktan başlaması gerekir.
Sütçünün mahalleye girişi de rastgele olmamıştır. Esnaf kaydı tutulmuştur.
Bu iş Züğürt Ağa'nın Beyoğlu'nda çiğ köfte satarak kayıtsız-kuyutsuz, vergisiz geçim tutması gibi yapılandırılmamıştı.
Kimse “param var esnaflık yaparım, şehirde bir dükkan açarım, olmazsa işportada mal satarım” düşüncesiyle hareket edememiştir.
Tarımda da durum aynıydı.
Biri çiftçi olacak ise tımara kayıt yaptırması lâzımdır.
Seyyahlar için de aynı şeyi tekrar etmeliyiz.
Osmanlı uygulamasında şehirleri birbirine bağlayan yol boyunca serpiştirilmiş tekke-zaviye-han-kervansaraylar yolcuların konaklamasına hizmet ettikleri oranda yolcunun güvenliğini sağlayıp kimliğini sorgulamış oluyordu.
Herkes birbirine kefil kılınıyordu. Hem de her alanda.
Şehrin güvenliği konusu temel meselemizdir.