Bayram sürecinde Ankara Gölbaşı'nda 50 kadar büyükbaş hayvanın şarbondan öldüğü ve bölgenin karantinaya alındığı haberleri yayılmıştı.
Haber doğruydu ve şarbon ithal hayvanlarda görülmüştü.
Hayvanlar şarbonlu olarak ithal edildiği gibi sonradan da bulaşmış olabilirdi?
Veterinerler şarbonlu ithale pek ihtimal vermiyor ise de biz bu fikre katılmıyoruz. Yaşadığımız dünyada her şey mümkün.
Hele ki, Amerikan yönetimi ile yaşamakta olduğumuz çatışmayı dikkate aldığınızda, daha ötesini yani şarbon savaşını bile düşünmek zorundayız.
Netice de şarbon aynı zamanda bir biyolojik silah!
Bilindiği üzere silahlar ateşli, kimyevî, biyolojik, radyolojik gibi türlere sahip.
Öte yandan “biyo-terör” ya da “biyo-harp” denilen bir gerçek de var.
Hele ki, şarbonun İstanbul'da 20'den fazla kişide de pozitif çıkması, sadece kurban kesimi ve kurban etlerinden yemekle izah edilebilir mi?
Unutmayalım ki, genetik yapısına müdahale edilen bakteri ve virüsler, biyo-silahlara dönüştürülebilirler.
Bunlar havadan atılabilir, su kaynaklarına bırakılabilir, gıdalara eklenebilir, bitki ve hayvanlara bulaştırılabilirler.
Öte yandan genetik yapısına müdahale edilen, ister serbest ticarete konu enzimler, isterse ilaç ve aşılar, isterse de terminatör gene sahip tohum ve benzeri materyaller de “biyo-silah” olarak kullanılabilirler.
Korkutmak veya böyle bir şey olduğu için değil, sadece devletin dikkatli olması için dile getiriyoruz ki, biyo-silah olarak kullanılan materyaller, hedef bölgeye saçılmasının ardından yerel halka bulaşır ve kişiden kişiye yayılarak asıl etkisini o zaman gösterirler.
Elbette şu an böyle bir durum yok.
Lakin çatışma halinde olduğumuz ve hiçbir ahlakî değere sahip olmayan batılı ülkeler, Afrika'daki Ebola virüsü hikâyesinde olduğu gibi ihtiyaç hissederlerse, bu tür alçaklıklara da müracaat edebilirler. HafazanAllah!
Ankara'nın her daim teyakkuz da olması şart…
Çünkü biyolojik silahlar ölümden daha çok paniğe yol açarlar.
Diğer yandan unutmayalım ki, “bilim” ve “gelişmişlik” adlı “film” sayesinde genetik mühendisliği tarafından patojen ya da toksin üreten genler geliştirilmiştir.
Bu da riski hem büyütmüş, hem de kontrolünü daha da güçleştirmiştir.
Zira genetik mühendislik sayesinde eskiye nispetle 100 kat daha toksik üretim yapılabilmektedir.
Ehil kimseler diyor ki, bazı patojenler belli çevre şartlarında denetimli veya denetimsiz aktive bile edilebilirler.
Dünya kimyevî silahları konuşurken, genetik mühendislik yöntemi ile geliştirilmiş biyolojik silahlar gözden uzak tutuluyor.
Oysa biyolojik silahlar daha büyük ve sinsi bir tehdit!
Mesela şarbon toprakta en az 40 yıl aktif olarak kalabilir ve çevre şartlarına karşı oldukça dirençlidir.
Biyolojik silahlar; toplu ölümler, ilaç ve aşı satmak, güvenli işgal için toprakların tahliyesi, panik meydana getirip, ekonomik ve siyasi yapıları tahrip, gündem değiştirmek ve sosyal sorunlara yol açmak için kullanılabilirler.
Domuz gribi biyolojik silahın en önemli örneklerinden biri...
Akit Gazetesine verdiğimiz mülakat, gazetenin 3 Haziran 2009'daki manşetinde şu cümlelerle yer almıştı: “Domuz gribi ABD'nin biyo-terörüdür.”
Rus Jeopolitik Araştırmalar Merkezi Başkanı General Leonid Ivachov ise Rus RIA Novosti haber ajansına açıklama yapmış ve “Domuz gribine yol açan virüs, ABD tarafından laboratuvarda üretildi” demişti. Bu açıklama da 4 Haziran 2009'da Sabah gazetesine manşet olmuştu.
Alternatif İklim Zirvesi'nde konuşan Bolivya lideri Morales ise 21 Nisan 2010'da başka bir biyolojik silah türüne dikkat çekmiş ve şöyle demişti: “Tavuk yumurtalarını dişilik hormonuyla dolduruyorlar. Erkekler tavuk yemeyin, hem erkekliğinizi, hem de saçlarınızı kaybedersiniz!”
Ne dersiniz, son günlerdeki şarbon haberlerine biraz da bu veçheden bakmak gerekmez mi?
Davut yıldızı altı köşeli insan 6 cihetinde saldırı altındadır. İman varsa imkan da var. Atalarımızı gerçek ve mecazi manada hazır tutarsak bize hiçbir zarar veremez.