Ahmet Arslan, İbn Haldun'un “umran” fikrini “insanın toplum halinde örgütlenmesi ve yaşaması durumu” olarak yorumlamıştır.
“İnsanın toplumsal hayatını, toplumsal örgütlenmesini ve bunlardan çıkan her türlü olay, faaliyet ve başarılarını ifade etmek için kullandığı bu umrân terimini, İbn Haldun'un örgütlenmenin belli başlı temel iki aşaması olarak gördüğü, esas itibariyle ‘kırsal hayat' ve ‘şehirsel hayat' olarak karşılayabileceğimiz iki tarzını ifade etmek için de ‘bedevî umran', ‘hazerî umran' (al- ‘umran al badavî, al- umran al hazarî) terimlerini kullanması söz konusudur” (Ahmet Arslan, İbn Haldun, Vadi yayınları, 1997: 95- 96).
Böylece bedevîler de kentliler de “umran” halinde yani “toplum halinde örgütlü” olarak yaşarlar, denmektedir. Umran'ı da asabiyetle izah etmektedir.
Fakat biz Medine'de oluşan Müslüman toplumun bu teoriyle açıklanamayacağı üzerinde duruyoruz.
Hz. Peygamber (asv) Medine'de “fütüvvet şehri” kurmuştu.
Fütüvvet, “dört kapı-dört esas” ile izah edilebilir. Hz. Peygamber (asv) Yesrib'e geldiğinde bu beldede 4000 kişi kadar müşrik, 4500 kişi kadar Yahudi vardı. Müslümanlar da 1500 kişiydi. Asabiyet anlamında güç Yahudilerdeydi. Bu sayısal ve ekonomik dengesizliğe rağmen Yesrib halkı Hz. Peygamber (asv)'in beldenin adını değiştirmesine ve beldedeki insanların “Hakem”i olmasına rıza gösterdi. Bunun temel nedeni Hz. Peygamber (asv)'in daha en başta risaletini tebliğe açtığından beri fütüvvet çalışması yapmasıydı.
Bu çalışmanın mekân bulduğunda kanun-ahkâm getireceğini, asabiyet savaşlarını durduracak yeni bir zaman başlatacak tarik=yol açacağını, insanlar arasında yöneten/yönetilen değil mürşit/talip ilişkisi kuracağını ve bunu da muâhat/kardeşleşme/musahip tutma/ahîlik ile gerçekleştireceğini biliyorlardı. Bu esasları tatbik edecek bir mürşit/sultan olarak Hz. Peygamber (asv)'i beldelerine kabul ettiler.
Dikkat edilirse Medine, gerek “Medine Vesikası” olarak adlandırılan metin vesilesiyle gerekse Akabe Biatları dolayısıyla Hz. Peygamber (asv)'in “pir=mürşit=sultan”lığına “talip” olmuştur. Bu anlamda Medine, “fütüvvet şehri” ya da “rıza şehri” kavramlarıyla da vasıflanacak bir “adalet şehri” tasavvuru oldu.
dört kapı |
dört esas |
şeriat |
mekân |
tarikat |
zaman |
hakikat |
ihvan |
marifet |
sultan |
Nitekim fütüvvetin gereğince Ensar ve Muhacirler arasında kardeşleşme/ahîlik programı derhal tatbike konuldu. Ensar çiftçilik ve zanaatkârlıkla uğraştığından, Muhacirlerin ticaretle meşgul edilmesi fütüvvetin gereğiydi.
Fütüvvet, geçim meselesini istismarcı, yağmacı, dilenci zümrelerin doğmayacağı zaviyeden ele almaktaydı: “Hiçbir kimse, asla kendi kazancından daha hayırlı bir rızık yememiştir. Allah'ın Peygamberi Dâvûd aleyhisselâm da kendi elinin emeğini yerdi” (Buhârî, Büyû' 15). Hadiste Hz. Dâvûd'un zikredilmesi dikkate şayandır. Çünkü Dâvûd, kraldır. Buna rağmen Hz. Dâvûd, zırh yapar, onun geliriyle geçim ederdi. Hz. Musa da çobanlık yaparak geçinmiş, evleneceği kadının mehrini de böyle ödemişti. Bu örnekler fütüvvet irfanında mesleklerin pirlerinin niçin peygamberler olduğunu göstermektedir.
Fütüvvetin “elinin emeği ile geçinmek” prensibi “tekasürcü-tekelci pazar” sisteminden kopmayı kaçınılmaz kılmaktaydı. Yahudilerin Hz. Peygamber (asv)'in Medine'ye gelmesine talip olması Mekke'de kurulu pazarın tekelci yapısından kurtulma arayışı ile açıklanabilir. Yani onların maksatları Arap Yarımadası'nda kapitalist merkezi değiştirmekti.
Demek ki Hz. Peygamber (asv)'in hicreti en başından beri Medine'de “talip toplulukları”na mürşit/pir'in programının bir safhasıydı ve birbirleriyle kardeşleştirilen toplulukların toplamı ile “fütüvvet şehri” kurmayı irade etmişti. Medine halkına bu mesele baştan anlatıldı, onlar da buna taliplik ikrarı verdiklerini beyan etti. Beyat alındı. Medine'ye vasıl olan Peygamber (asv), müşrik ve Yahudilerden de Medine Vesikası vesilesiyle beyat aldı. Medine, zamanımızda çarpıtıldığı gibi bir “demokrasi yurdu”, “demokratik İslâm yurdu” değildir. Medine, asabiyetlerin, cemaatlerin, güçlülerin, “insan insanın kurdudur” zihniyetinin çatıştığı bir beldeye de dönüşmedi.
Zamanla Yahudiler fütüvvetin getirdiği iktisadî esaslar nedeniyle Yesrib'de kazandıkları tekelci yapının yıkılacağını gördüler. Hz. Peygamber (asv) sınıf temelli olmayan “Müslüman Pazarı” kurunca, Yahudiler Medine Vesikası'nı ihlal ettiler. Medine pazarı, gariplerin mal satmasına açılmış, dileyenin pazara mal sürmesine fırsat vermiş, emeksiz para tahsilâtına karşı esaslar koymuştu: “Herhangi birinizin iplerini alıp dağa gitmesi ve sırtına bir bağ odun yüklenip getirerek onu satması ve Allah'ın bu sebeple onun yüzsuyunu koruması, verseler de vermeseler de insanlardan bir şeyler dilenmesinden çok hayırlıdır” (Buhârî, Zekât 50, 53; Büyû, 15).
Anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber (asv) sınıf mücadelesi, asabiyet/soy mücadelesi, mülkiyet savaşı, krallık inşası programı uygulamadı. O'nun fütüvvet irfanını anlatma cehdiyle oluşan talip toplulukları, İbn Haldun'un “umran” fikrinin izahı kapsamında “insanın toplum halinde örgütlenmesi ve yaşaması durumu”yla ilgili değildir.
Hz. Peygamber (asv) İbn Haldun'un ‘kırsal hayat' ve ‘kentsel hayat' olarak karşılanmaya çalışılan ‘bedevî umran', ‘hazerî umran' (al- ‘umran al badavî, al- umran al hazarî) kavramları kapsamında çalışma yapmadı. O, Bizans'ın kentlerini bilen, o kentlerle ticarette bulunan biridir. Çocukluğunda bedevî bir anneye verilip süt içmiş, bedâveti görmüş biridir. Soyu itibariyle Mekke'deki statüsünü Mekke'nin krallığına çevirmeye namzet sayılan hattâ bu teklifi almış biridir. Ama bakıyorsunuz, hasırda yatmaktadır.
Bütün bu arkaplan, kolonizatör Türkmen dervişlerin Anadolu'da kervan geçmez ellerde bahçe açıp, değirmen inşa etmesini bir anlama kavuşturmaktadır.
Hz. Peygamber fütüvvet davasına Mekke'nin ileri gelenlerine “sofra açmak”la başlamıştır. Sofra “söz” için açılır. Mekke'nin ileri gelenleri bu “söz”ü dinlememiştir. Zaman içinde Hz. Peygamber (asv) bu söz'ü dinleyecek talip topluluklarına imam olur. Fütüvvet yolunun talip topluluklarını oluşturan Türkmen dervişler de benzer bir usulle Anadolu'da “sofra” açtılar.
Altı şartı var fütüvvet yolunun / Üçü açık üçü bağlıdır onun
Kapısı ve alnı ve sofra bağı / Ol üçü açıkdır budur sözün sağı
Ol kim üçü bağlıdır evvel dili / Gözü bağlı dahi artırır yolu
Hem beli dahi bağlı gerek / Ki haram odunda yanmaya yürek (Gülşehrî).
Bugün “Anadolu irfanı” denerek yâd edilen şey fütüvvetin bu toprakları şenlendirmesinden gelmektedir.
Anlaşılmadıysa sen “Rıza Şehri”nden değilsin, dünyalı olmalısın.