Lütfi Bergen

Reâya

20.02.2017 00:05:25

Kâtip Çelebi, kendi devrinde asker sayısının yükselmesini ve maaşların maliyetinin artmasını “Yönetilen” sınıfların dengesini bozan bir etken olarak gördü. Şöyle dedi: “[Bu Düstur-LB] Devletin yapısındaki bozulmaya tedbir bulmak ve asker çokluğu ve hazine azlığına çare hakkındadır (…) İmdi devletin bünyesinde ortaya çıkan bozulmanın çaresine dair birçok yol vardır” (Kâtip Çelebi, Düstûru'l amel li Islâhi'l halel, Büyüyen Ay Yayınları, 2016: 125). Kâtip Çelebi, “askerin fazlalığı belası”nın masrafları çoğalttığı düşüncesindedir.

Osmanlı'nın şehirleri Batı kentinden farklıydı; Osmanlı yönetici tabaka birbiriyle çatışmalı iç sınıflara bölünmemiştir. Batı'da Kilise, Şövalye, Kral-soylular, feodal beyler ve burjuva “Yöneten sınıf” olarak birbirleriyle çatışmakta ve kent üzerinde iktidar savaşı vermektedir. Bu savaşın izdüşümü köylü ve zanaatkâr sınıflar üstündeydi. Köylü toprak mülkiyetine tabi idi.

Halil İnalcık'ın TDV İslâm Ansiklopedisi “Timar” maddesindeki izahı şöyledir: Tımar sahibine “sâhib-i arz” (sâhib-i raiyyet) denilirdi; tımar arazisi sınırları içinde kayıtlı çiftçiler (hâne) hukuken tımar sahibinin reâyasıydı. Reâya üretimle ilgili faaliyetlerini yapmakta serbestti ve tımar sahibine kanunun belirttiğinden fazla veya kanuna aykırı vergi vermezdi. Osmanlı köylüsü toprağında hürdü ve sipahi onu kendi istekleri doğrultusunda zorla çalıştıramazdı. At ve silâh, sipahi sınıfını vergiye tâbi ekonomik faaliyetlerle uğraşan halktan ayıran temel özelliktir. Bu iki sınıfın birbirine karışmaması son derece sıkı takip edilen bir esastı; bu husus toplumsal adalet düzeni ilkesi kabul ediliyordu. Her bir tımar sahibi, sefer için tımarıyla orantılı sayıda cebeli veya tam teçhizatlı yardımcı atlı asker getirmek zorundaydı (cilt: 41, 2012: 169-170). Tımar sahibi tarafından savaş meydanına getirilecek sipahinin sayısı tımarın miktarıyla orantılıydı. Tımar modelinde devlet gelirlerinin ana kaynağı olan toprak mahsulünden alınan onda bir vergi yerel pazarda toplanıp nakde çevrilmekteydi.

Sipahi'nin köylüye angarya yüklemesine engel olmak için güçlü bir yargı sistemi bulunmaktaydı. Yargı'nın güçlü olması, yöneten-yönetilen ilişkisinin hedefi olan akçanın sağlanması amacına özgülenmiştir. Diğer değişle halkın iktisadî-ekonomik gücü, devletin de gücünün tahakkukunu ima ediyordu. Bu teori (ki adalet dairesidir) şöyle ifade edildi: “Lâ mülke illâ bi'r ricâl ve lâ ricâle illâ bî'l mâl ve lâ mâle illâ bî'r râiyyet [ve lâ raiyyete illâ bî'l adl]” (Kâtip Çelebi, 2016: 139). Yani: “Yöneticisiz devlet olmaz, parasız yönetici olmaz, reâyasız para olmaz, adâletsiz reâya olmaz” (Kâtip Çelebi, 2016: 111). 

Kâtip Çelebi, “Evvelâ reâyâ (vergi veren-LB) vü berâya (ilmiye, kalemiye, seyfiye-LB), selâtîn ve ümerâya vedî'a-ı ilâhiye olduğundan” (Kâtip Çelebi, 2016: 139) demekle halkı (reâyayı) yöneticilere emanet etti.

Kâtip Çelebi'nin temel meselesi, askerin sayısı, maaşı ve devlet gelirlerinin giderleri karşılayamaması hakkındadır.

Türkiye'nin meselesi gelir gider dengesizliğidir. Bugün Türkiye vergi toplayacağı reâyayı kaybetmiş bulunmaktadır. Bu nedenle üreten değil tüketen vergilendirilmiştir.

İktisadi dengenin enerji açığı nedeniyle bozulduğu iddiası bir izah getirmektedir. Sanayide ve evsel aydınlatma-ısınmada, elektrik-doğalgaza bağımlıyız. Bu iki kalemi ithal ediyoruz. Elektrik Üreticileri Derneği'nin internet sitesindeki açıklamaya göre, Türkiye bütçe açığını enerji ithalatına dayalı kalemlerden dolayı veriyor: “Türkiye'nin 2013 yılındaki ithalatı 251 milyar 650 milyon doları bulurken, bu miktarın 55 milyar 915 milyon dolarlık bölümü “enerji ithalatı”na gitti. Bu ithalat, aynı zamanda 99,8 milyar dolarlık dış ticaret açığının yarısından fazlasını oluşturdu.” (Kaynak)

Gelir-gider dengesizliği enerji dışı kalem olan ticari mal ithalat ve ihracatı verilerinde de yükseliyor.

2015 yılında otomobil ihracatı 6,897 milyar $, ithalatı ise 9,223 milyar $ düzeyinde gerçekleşti. 2015 yılında kozmetik ürünleri ihracatı 272 milyon $, ithalatı ise 1,1 milyar $ oldu. Demek ki lüks tüketim ülkeyi borçlandırıyor. Yatırımların borçlanma maliyetlerini de (faiz ödemeleri) hesaba katarsak Türkiye'nin borç çemberindeki uzun maratonunu hitama erdirememesi kentleşme / modernleşme süreciyle bağlantılıdır.

“Ne alâka ?” denecektir.

Tuncer Baykara'ya göre, Osmanlı'nın şehri denge üzerinde durmaktadır. O'na göre şehir nüfusunun genel nüfusa oranı % 10'dur. Tuncer Baykara bunun gerekçesine değinmemiştir. Ancak kanaatimizce bu oranın dayanağı öşürdür. Zira üretimden alınan % 10'luk ürün vergisi, gıdasını temin edemeyen şehir halkının iaşesi için gereklidir. Osmanlılarda 17. ve 18. yüzyıllarda bu oran % 20'ye çıkmıştır. Bu yaklaşım kabul edilir ve gerçekliği ispat edilirse 19. yüzyılda ortaya çıkan “medeniyet” anlayışımız değişecektir (Tuncer Baykara, Osmanlılarda Medeniyet Kavramı ve On dokuzuncu Yüzyıla Dair Araştırmalar, Akademi Kitabevi, 1992: 886-87). Türkler şehir kurarken denge/kıst/mizan/adl olanı gözetiyorlardı, bunun adı medeniyettir. Bugün şehir kuramcıları eserlerinde bu “denge” hakkında beyanda bulunmakta mıdır?

Türkiye'de 25 milyon öğrenci vardır. Bunlar Osmanlı tasavvurunda reâya (vergi mükellefi) kabul edilmemektedir. 0-5 yaş arası ve 65 yaş üstünde yaklaşık 10 milyon nüfusa sahibiz. İşi gücü olmayan 35 milyon nüfustan bahsediyoruz. Bu 35 milyon insanı üretim dışı ve reâya dışı saymak gerekmektedir. Demek ki kentli nüfusun (70 milyon) yarısının reâya sayılamayacağı rahatlıkla söylenebilir.

Diğer 35 milyon nüfusa gelelim: Türkiye'de reâya olması muhtemel nüfusun yarısından fazlasının da üretici olmadığı, yani meta, mal, mahsul üretmediği, büyük bir kesimin hiç çalışmadığı, çalışanların önemli bir kesiminin ise hizmet sektöründe istihdam edildiği söylenebilecektir. İnşaat, temizlik, güvenlik hizmetleri, bilgi işlem, sağlık hizmetleri, taşıma, boyama, hazır yemek, tamir-bakım-onarım, sayaç okuma-sökme-takma, kanal açma, tesisat, vb. işleri hizmet sektörü kapsamında değerlendirmekteyiz. Demek ki reâya olmak (vergi vermek) yetmemekte bir de emeğin üretken olması gerekmektedir.

Batı'da çiftçi-çobanı yok sayan bir toplum tasavvuru bulunmamaktadır. Teknoloji kullanımı yüksek devletler dahi halklarının % 25'ini reâyaya benzer modelde muhafaza ediyor. Türkiye'de tebaanın reâyalığı kabul etmeme temayülü adalet dairesini bozmaktadır.

 

YORUM YAP