Soyadı, kimliğin tespitinin ve belli bir soya intisabın adlandırılması anlamına gelir. Kişiler soyadı taşımakla belli bir aileye, akraba topluluğuna, boy-buduna ait olduklarını ilan eder. Soyadı alma kuralı, 21.6.1934 gün, 2525 sayılı Soyadı Kanunu'nun 1. ve 4. maddelerinde yer alan “Her Türk öz adından başka soyadını da taşımak zorundadır; soyadı seçme görevi ve hakkı evlilik birliğinin başkanı olarak kocaya aittir” hükümleriyle getirilmiştir.
Osmanlı toplumunda her ne kadar soyadı taşıma mecburiyeti söz konusu edilmese de fertlerin tanınmalarını sağlayan bir “soy adlandırması” bulunmaktaydı. Eyüp Akman, Osmanlı nüfusunun sülale adlarının Cumhuriyet döneminde Soyadı Kanunu uyarınca yeniden adlandırılması hususunu bir makalesinde incelemiştir. Makalede Osmanlı döneminde de kimliğin sülale isimlerine göre ve erkeğin sülalesi esas alınarak belirlendiği bilgisine yer verilmiştir:
“Osmanlı İmparatorluğunda ilk nüfus sayımı l246 (1830)yılında yapılmıştır. Bu sayıma sadece erkekler dahil edilmiştir. İlgili nüfus memurları köy köy dolaşarak hanelerde barınan erkek nüfusu kaydetmişlerdir. Kayıtlar, sülalenin adıyla yapılmıştır.
O yıllarda fotoğraf olmadığı için kişilerin fiziki özellikleri de yaşa ilaveten nüfus bilgileri içinde yer almıştır. Örneğin Kastamonu Araç ilçesi Oycalı köyünde yazılan bir hanenin nüfus bilgileri şöyledir: ‘Kapucuoğlu, orta boylu, sarı sakallı, Bekir bin Mustafa, oğlu Hasan.' Araç (Kastamonu) yöresinde aile kimlikleri sülale adıyla anıldığı gibi, ‘gıl' ‘gil' ekinin eklenmesiyle oluşan adlarla da anılır.
Örneğin Ahmetgil gibi. Kapucuoğulları tabiri resmi işlemlerde kullanılırken ‘gilli' adlar, günlük hayatta sülalelerin belirleyicisi olur ve bunlar genelde takma adlara eklenir” (Akman Eyüp, Osmanlı Nüfus Defterlerindeki Sülale Adlarının Soy Adı Kanunuyla Aldığı Şekiller Üzerine Bir Dil İncelemesi-Kastamonu Örneği, 7. Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu Bildirileri, Fırat Üniversitesi/Elazığ 16-18 Ekim 2014, Editör: Ahmet Bucan vd., 2015: 72).
Bilindiği gibi insanlık Hz. Âdem'e intisap ettirilerek “Âdemoğlu” diye anılmaktadır. Hz. Peygamber'in hicret öncesi yaşadığı kentin sakinleri kendilerini Kureyş kabilesine aidiyetle adlandırmıştır. Hz. Peygamber'in (asv) Kureyşoğullarından Haşimoğulları'na tabi olduğu ifade edildiğinde yine bir sülale ismi, aile reisinin erkek olarak kabul edildiği soy bağlılığı adlandırması yapılmış olur.
Tarihsel uygulamalar ister dünya ulusları, Türkiye açısından ele alınsın soy isimlendirmesini kaçınılmaz olarak erkeğin soy başı olduğu bir soy kütüğü sistemine götürmektedir. Günümüzde karı-kocanın hangi soyadını kullanacağı hususu bir insan hakları problemi olarak gündeme getirilmektedir.
Evlilik hukukunda ve soyadıyla ilgili maddelerde “eşitlik” fikrini esas alan çalışmalar soyadının “Kişinin kimliğinin belirlenmesinde vazgeçilemez, devredilemez, feragat edilemez, kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkı” olduğunu belirtmektedir. Bu söylem, “Soyadı üzerindeki hak, mutlak haklardan olması nedeniyle herkese karşı ileri sürülebilen haktır” ifadesiyle söz konusu hakkın kocaya karşı da ileri sürülmesini gündeme getirmektedir.
Meselenin “eşitlik” temelinde tartışılması elbette son derece ciddiye alınması gerekli bir tezdir. Ancak kanaatimizce konu “birey kimliği”, “kadının özne olması” hususuyla ilişkili sayılmamalı, “nafaka” meselesiyle ilgisi kurulmalıdır.
Bir kadının baba evinde bulduğu imkânlar (yiyecek, giysi, kültürel sermaye) onun nafaka düzeyini belirler.
Bir genç erkek evleneceği kadına bu imkânı veremeyecekse nafaka konusunda eksik (adaletten uzak) kalacaktır. Kadının nafaka konusunda baba evindeki düzeyi gelin gittiği evde bulamaması halinde kocasının bu eksiğini bağışlaması ayrı bahistir.
Kadının baba evinde bulduğu nafakanın daha üstünde bir nafaka talebiyle kocasının huzuruna çıkması da adalete aykırıdır. Koca, daha üst nafaka verme konusunda rızalık göstermişse bu da ayrı bahistir.
Fıkıhta çocukların nafakası, kalacak yeri, eğitim masrafları kocaya aittir. Eğer karı-koca evlilik birliğine son verme kararı alarak boşanmayı gerçekleştirirlerse, kadına iddet müddeti dışında yoksulluk nafakası verilmez. Çocukların iştirak nafakası ise her halde babaya aittir.
Diğer değişle boşanan kadının bekleme süresi-iddet müddeti hariç olmak üzere eski kocasından nafaka alacağı kalmaz. Boşanan kadın evlilik birliğinin sona ermesi nedeniyle yoksulluğa düşecekse onun nafakası önce öz babasına ve baba ölmüşse mirastan fazla pay almış olan erkek kardeşlerine aittir. Miras hukukunun hikmetlerinden biri budur.
Bir erkek bir kadınla evlendi diye hayat boyu onun nafakasını karşılamaya mecbur tutulmamıştır. Fıkha göre boşanmış kadınlara "soyu-adı-şerefi" sahip çıkar ve ona nafaka vermeye mecbur tutulur. İslâmî düşüncede kadının soyadını aldığı ocak, aynı zamanda “nafaka ocağı”dır.
Kadınların soyadı, aslında nafakalarının kimler tarafından yüklenildiğini gösterir. Evli olduğu halde babasının soyadını almakta ısrar eden kadın, nafaka yükümlüsünü (baba ocağını) işaret etmiş olur. Hâkim beyan ve taleple bağlıdır. İnsanın soyadı, sadece kimlik kazanımını değil, nafaka tabiiyetini ifade eder.
Osmanlı hukuk sisteminde koca, karısının nafakasını karşılayamadığında kadın, kadıya (hâkime) başvurarak kayınpederini dava edebilir. Kadının nafakası, kocasının ailesi (babası-kayınpeder) veya kayın biraderlerince karşılanmak zorundadır.
Osmanlı hukuk sisteminde koca savaş/gurbette kalmak vs. nedenlerle uzun süre evine dönemediğinde nafaka sıkıntısına giren kadın, eğer eşinin mülkü (tapusu) varsa, mahkemeye başvurarak kocasının taşınmazlarını teminat göstermek kaydıyla dilediği esnaftan borç alma hakkına sahiptir.
Koca bir müddet sonra geri döndüğünde teminat gösterilen mülkü üzerindeki borcu temizler; borç temizlenemezse alacaklılar taşınmazın satılmasını ister. Kadının mehir alacağı varsa, satış sonunda kadının mehir alacağı kendisine verilir.
Koca karısının mehir alacağını nafaka sayamaz. Bu şekilde kadın kimseye minnet etmez.
Boşanma halinde ise mehir ve evlilikten doğan başkaca haklarını alan kadının nafakası bu kez kendi soyuna (babasına) döner.
İslam toplumunda isim almak “şeref almak”tır. (Bir soru: Kocasının soyadını almamak, onun adını taşımamak, o şerefi kabul etmemek anlamına mı gelir?)
Fıkhın hükmüne göre: Bir kadınla bir erkeğin evlenmesi sadece bir kadınla bir erkeğin evlenmesi değildir. Bir akraba topluluğu ile başka bir akraba topluluğunun kurbiyet tesis etmesidir.
Günümüzde bir kadın/erkeğin “birbirimizi sevdik kendi kararımızla evlendik” demesi modern ve evrensel hukuka uygun olabilir. Ancak bu evlilik, nafaka hükümlerini gözetmediği için mal kavgalarına veya mahrumiyetlerine gebedir.
Evlenme kararı alan gençlerin düğün masraflarını kısarak mehir konusuna ağırlık vermesi gerekir.
Kadınlar düğün merasimlerini sinema filmi haline getirerek mehir hukukunda bulabilecekleri rahmeti kaybetmektedir.
Evlilik, artistlik bir şey değildir.