Umrancılık müdafilerinin bildiği üzere İbn Haldun bir çöküş teorisyenidir. İbn Haldun'dan etkilenerek “Düstûru'l Amel”i yazan Kâtip Çelebi'nin “İmdi, insanın devletten ibaret olan toplumsal hali de şu üç mertebe üzerinedir: Büyüme zamanı, duraklama zamanı ve çökme zamanı” (Kâtip Çelebi, Düstûru'l amel li Islâhi'l halel, Büyüyen Ay Yayınları, 2016: 109) diyerek İbn Haldun'un çöküş teorisini kabul ettiğine işaret etmiştik.
Ancak biz Kâtip Çelebi'nin tarih felsefesinin toplumları götürdüğü yerin İbn Haldun'dan farklılaştığına da değinmiştik. Buna göre toplumlar 1) İbn Haldun'un kuramının aksine beş tavırlı oluş-bozuluş determinizmine uğratılamaz; 2) Olgunluk çağındaki toplumlar tedbirsizlik nedeniyle çökebilir; 3) Halkın işlerini görecek tedbirleri almakla mükellef ve mahir kimseler bünyeyi düzeltecek lüzumlu tedbirleri bilip, diğer başka çarelerle hareket ederse devlet ömrü uzatılabilir, fikrinde olan Kâtip Çelebi'nin bize bir alan açtığına dikkat çektik.
Muvazene, Müslüman toplumların baskın niteliğidir. Muvazene (denge-balans), Kâtip Çelebi'nin “anasır-ı erbaa” teorisinden beslenen devlet fikrinde de siyasilere hatırlatılmış oluyor. Toplumsal adalet, gelir ve servette gayr-ı iktisadî ve gayr-i ahlâkî eşitsizliklerin bertaraf edilmesini gerektiriyor.
Türkiye'de eğitimin iktisadî-içtimaî adaletin sağlanmasında güçlü bir mekanizma oluşturması gerekirken devletin bu hedefi sağlamada başarısız kaldığı 40 yıllık süreci yaşadık. Devletin eğitim tekelini elinden çıkarmasının mülk ve milletin, din ve devletin düzenini bozan bir teröre (darbe girişimine) sebebiyet vereceği 15 Temmuz 2016'da görülmüş oldu.
7'den 77'ye herkesin üniversite okuması siyaseti, Türkiye'ye Avrupa Birliği'ne uyum sürecinin gereği olarak dayatıldı. Bu politika, Osmanlı'da görülen reâyâ sınıfının devlet eliyle yok edilmesi gibi bir hakikatle artık yüzleşmelidir.
Devlet kendi okullarında kendi bürokrasisini işletecek, kamu hafızasını koruyacak, toplumsal adaleti sağlayacak kadrolarını yetiştirememiştir. Kendi bürokrat-asker-teknokratlarını yetiştiremeyen bir eğitim politikasıyla “cemaat yapıları”nın “devlete kadro yetiştirmesi”nden daha tabii ne olabilirdi?
Türkiye'nin Batı tarihinin iktisadî dönemlerini yaşamadığı, kendine özgülüğü, örneğin tarım toplumundan çıkarken sanayi topluma geçemeden tüketim toplumuna geçtiği muhafazakârlarca tartışılamamıştır.
Muhafazakâr aydınların kendilerini selefleri olan jakoben aydınlardan (ve onların modernleşme politikalarından) tefrik etmek kaygısı, rövanşist bir siyaseti cari kılmıştır. Muhafazakâr aydınların devlete kabulünün önünü açan “eğitim başarısı” cemaatleri “devlete kadro yetiştiren havuzlar”a dönüştürürken ülkenin tarihsel iktisadî yapısının da bozulması ile neticelendi. Dolayısıyla Türkiye'nin eğitim politikalarının “umran krizi” oluşturduğu söylenebilecektir.
Türkiye'nin çiftçisi kalmadı. Bunun anlamı tohumun kaybedilmesidir. Türkiye'nin çobanı yok. Bu da hayvan ithal etmeye mecburiyet anlamına gelmektedir. Türkiye'nin zanaatkâr ve esnaf zümreleri de artık kaybedilmiştir.
İstanbul'da deprem konusu sıklıkla gündeme geliyor. Allah göstermesin olası bir depremde İstanbul'da yaşayan resmi verilere göre 15 milyon (gerçekte 20 milyon) nüfusu yerleştirecek boş alan bulunmadığı gibi; bu insanları besleyecek tarım sahalarına da artık sahip değiliz. Kaldı ki afet durumlarında gıda üretimi için “asal meslekler”i korumak zorundayız.
Türkiye'nin kriz anlarında “acil çıkış kapıları” bulunmuyor. Bunun da temel nedeni muhafazakârlığın Osmanlı'dan 2000'e gelirken “devlet- reâyâ” ilişkilerini belirlemeyi “lüks” görmesidir. Muhafazakârlık, “Osmanlı'nın durdurulduğu” söylemiyle toplumu “umranlaşmaya” uğratırken, İslâm siyaset felsefesinin dört unsurlu reâyâ sistemini de neşterlemiş bulunuyor.
İslâm siyaset anlayışından devralınan devlet-reâyâ ayırımı, anâsır-ı erbaa / erkân-ı erbaa kavramlaştırmasına dayanmaktadır. Reâyâ; çiftçi-köylü, konar-göçer, tüccar-esnaf ve zanaatkârlar-hizmet sektörü mensuplarını içine alıyordu.
Türkiye, muhafazakâr modernleşme tasavvuru ile “muasır uygarlık seviyesi”ni aşmaya koşullanırken “Osmanlı adalet dairesi”nin reâyâ sistemi içindeki üretici tabakalarını kaybetti. Böylece reâyâ yerine “işçi-memur” bir kitle üretildi. Dolayısıyla ziraat / hayvancılık / madencilik / zanaat ile katma değer oluşturan bir millet yerine devletten “maaş / vergi affı / sosyal yardım” bekleyen bir kitle toplumu üretildi.
TÜİK'in “2014 İşgücü İstatistikleri”ne göre ülkede istihdam edilenlerin sayısı 25 milyon 933 bin kişi, istihdam oranı ise %45,5 görünüyor. Türkiye'de 25 milyon öğrenci, 5 milyon kadar 65 yaş üstü yaşlı, 5 milyon kadar 0-6 yaş arası bakıma muhtaç çocuk ve yaklaşık 8-10 milyon kadın, çalışmayan nüfusu oluşturuyor. Çalışan nüfusun ise hizmet sektöründe (temizlik, koruma, bakım, onarım, yardım, destek, perakende satış, taşıma sektörlerinde) istihdam edildiği (yani bu istihdamın katma değerli mal üretmediği) unutulmamalıdır. Türkiye, bu yönetilen yapısıyla “Yöneticisiz devlet olmaz, parasız yönetici olmaz, halksız para olmaz, adâletsiz halk olmaz” (Kâtip Çelebi, 2016: 111) beyanıyla zikredilen “Osmanlı adalet dairesi”ni hayata geçirecek bir muhafazakârlıktan beslenmemektedir. Mevcut eğitim modeli atalete, insan kaynaklarının israfına, “devletten umar toplumu”na uğramaya, kadrocu-cemaatler arası çekişmeye neden olmaktadır.
İbn Haldun, toplumun refaha ve nimetlere gark olmasının, asabiyetin yıkılışına sebebiyet verdiğini ve sonuçta mülk elde etmeye engel teşkil ettiğini iddia etmişti. Refah arayışı, ara eleman olmama direnci, “en iyi patron devlettir” zihniyeti ile reâyâlıktan uzaklaşma yani “umranlaşma”, asabiyeti zayıflatır ve asabiyet zayıfladığı zaman da mülke ulaşmak imkânsızlaşır.
“Yarınki Türkiye” kurulurken reâyâyı tasfiye eden eğitim (maarif) meselesini yeniden ele almak zarureti bulunmaktadır. Kaldı ki, eğitimin devletin kendi kadrosunu yetiştiren bir “tekel hakkı” getirdiği, cemaatlerin devlet kadrosu yetiştirmesinin Osmanlı devlet geleneğinde bulunmadığı hususu tartışmadan varestedir.
Medeniyet, milletlere ait bir tavrıdır; devletin umranlaşmasının neticelerini bertaraf etmenin yolu, onun (milletin) mülkün temeli olarak emniyete alınmasında, yani erkân-ı erbaa sınıflarının denge (muvazene-balans) düzeyinde aranmalıdır.