Koyunun can, kasabın da et derdinde olması gibi, Ankara hükümet, çocuklar da üniversite derdinde. Şimdi öğrenciler için tercih yapma vakti. Muhtemel geleceklerini "tayin" zamanı.
78 milyon nüfusa erişen Türkiye'nin 200'e yakın üniversitesi, 5 milyon dolayında da yüksek öğrenim talebesi varmış. Bu oran nüfusun yaklaşık yüzde 6'sı ve her yıl en az 1milyondan fazla yeni mezun. Büyük "değer" atfedilen diplomalara sahip bu gençlerin pek çoğunun beklentisi de aynı oranda yüksek. Ailelerin ki, onlardan da fazla! Diplomanın kutsileştiği günümüzde, marifetten çok unvana, mesleğe ve gelire bakılıyor. Kısaca mal-mülk insanlığın, bilgi ve marifetin önünde! New York'daki Colombia Üniversitesi'nin rahle-i tedrisinden geçmiş ve son günlerde iktidar ve medyanın lütfuna mazhar bir zat, ekranda bana "tıp okumamış biriyle bu konuları konuşmam" demişti. İşte bugün hem o üniversiteden bahis açacağız, hem de üniversitelerden... Elbette "talim-terbiye" önemli ve bir bölümü bu müesseselerde verilir. Lakin bir çocuğun terbiyesi aileden ziyade mektebe kalmışsa vay o ahalinin haline. O terbiyenin referansları zamana ve çağa göre değişiyorsa vay o memleketin ahvaline. Öyle olursa, Ramazan demez, ahlak tanımaz arsız, hırsız, katil, eşcinseller sarar o diyarı. Sadece çocuğunun geleceği için yaşar bir hâl arz eden günümüz insanının önemli bir bölümünün derdi; ilim, irfan ve hayırlı bir nesilden ziyade, iyi bir diploma, yüksek gelir, mesken ve varlıklı bir eş. Sadece aileler değil, devlette böyle. Devlete göre bilgi, liyakat, ahlâk ve nezaketten ziyade diploma ve şişirilmiş özgeçmişler itibar görüyor. Bir de İngiltere, Amerika gibi ülkelerdeki Siyonist üniversitelerden mezun iseniz size her kapı açık... Gerçekte bir memleketi bozan da, düzeltecek olan da eğitim müesseseleri ve özellikle de üniversiteler. Osmanlı'ya içeriden ihanet edenler de yüksek tahsilliler değil miydi? Evet, çok sayıda üniversitemiz var. Ama bazılarının bira festivali yapmaktan, eşcinsellere kucak açmaktan, ilaç, aşı, tohum, silah ve medya firmalarıyla iş tutmaktan başka meselelere zamanları kalmıyor pek. Üniversiteleri bu hâle gelmiş bir toplumdan ümit var olmak güçleşiyor. Fakat bataklıkta biten gül misali yeşeren az sayıdaki seçkin genci gördükçe de ümitsizliğimiz sönüyor. Malum bir üniversitenin mezunları çok değil, 10-15 yıl sonra o ülkenin siyasetçisi, bürokratı, diplomatı, akademisyeni hatta işadamı demektir. Bu yüzden onlara yatırım yapmak, yol, havalimanı, hızlı tren, metro, mütekebbir kuleler inşa etmekten daha elzem. 'Onlara yatırım yapmak' dediysek; binalar yapmak, fakülteler açmak, şatafatlı diplomaları olanları oralarda akademisyen yapmaktan söz etmiyoruz. Burs verip, yurtlar inşâ etmek de değil marifet! İşte iktidarın en çok eleştirileceği başlık tam da burası. Bu hususta keyfiyetten ziyade, kemiyete önem verildi. Muhakemeden çok, ezber sürdürüldü. Muhtevadan çok, istatistik öncelendi. Erzurumluların şikâyet ettiği gibi, verimli tarım arazileri bile üniversite binası için kullanıldı. Üniversite okuyacak ve tercih yapacak gençlere tavsiyelerimi gelecek yazıda devam etmek kaydıyla, Yahudilere ait bir okul olan Colombia Üniversitesi'nin, Türkiye'yi nasıl formatlandığını, 11 Amerikalı yazarın ortaklaşa kaleme aldığı 'Üniversiteler Amerikan İmparatorluğu' adlı eserde özetle şöyle anlatılır: Charles Glock, 1949 yılında New York'daki Colombia Üniversitesi'nin sosyal düşünce kuruluşlarından biri olan 'Uygulamalı Sosyal Bilim Araştırmaları Bürosu (BASR)'ın başına getirilir. Ordu, istihbarat ve propaganda kuruluşlarından finansal destek koparmada uzmanlaşmış olan Glock'un ana görevi, Türk Üniversitelerini şekillendirmek. Bunun yolu da öğretim görevlilerinden geçecektir. Resmiyette Glock'un müşterisi, dinleyicilerin yayınlara tepkisine ilgi duyan Amerika'nın Sesi radyosu ise de, bu sadece maske. Onun gerçek amacı, bir dizi istihbarat ve propaganda çalışması yürütmek. Bunlar arasında, Türkiye'deki kitle iletişim araçlarının profili, nükleer savaş için "bilimsel" planlama ve şehirlere yönelik kimyasal silah saldırıları, siviller ve mahkûmlar arasında psikoza neden olmadaki "yararları" bakımından LSD ve benzer ilaçların sınanması gibi konular da yer alır. Dahası -1970'lerde bir kez daha tekrarlanacak olan- üniversite kürsüleri... Bu hal galiba artık sıradanlaştı. Bugün gizliliği kaldırılan arşivlere göre, Türkiye'yi kendilerine benzetmek isteyenler, ilk dilimi on yıldan fazla süren bu projeler için oluk oluk para akıtmış. Daniel Lerner ve Lucille Pevsner'in kaleme aldığı ve BASR'ın yayınladığı, The Passing of Traditional Societty: Modernizing the Middle East (Geleneksel Toplumun Geçip Gidişi: Ortadoğu'yu Modernleştirmek) adlı esere göre yürütülen çalışma, Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerine uygulanan biçimiyle, ekonomik ve politik "kalkınma teorisi"nin temelini oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda zihinsel dönüşümünü de sağlar. Lerner ve Pevsner, Türk toplumundaki gruplar için bir tipoloji geliştirir. Bu tipoloji, batılı üniversiteler, bankalar ve IMF gibi "kalkınma" kuruluşları tarafından Türkiye'ye benimsetilir. "Geleneksel toplumun geçip gidişi" olarak tanımlanan ekonomik kalkınmaya tapındırılır. Kendilerini "normal" olarak gören bu yapılara göre; Türklerin çoğunluğu, Araplar, İranlılar ve diğer Müslüman halklar "normal" değildi. Yani batılılara göre bizler "azgelişmiş"tik ve onlara benzedikçe gelişecek ve normalleşecektik. Üniversitelerde bunun için geliştirilmiş torna tezgâhı rolünü üstleniyordu. Bu rolünü halende sürdürmüyor mu? Çocuğumuzu yani geleceğimizi teslim edeceğimiz kurumları sadece bir "tercih" meselesi olarak mı görmeliyiz sizce? Nasipse devam edeceğiz... twitter.com/cankemalozerBİLGİ HATTI