Ahmet Taşğın'ın da işaret ettiği üzere Yesevî marifetinin delillerinden biri “sofra”dır. Ancak Ahmet Taşğın'ın sofrayı fütüvvetnâmelerden hareket ederek daha çok mürşitten halifesine verilen maddî bir alamet olarak ele aldığı söylenebilecektir. Gerçekten de fütüvvetnâmelerde mesele bu yönüyle ele anlatılmaktadır. Ahmet Yesevî, farklı coğrafyalara gönderdiği halifelerine altı nişan vermiştir: taç/tuğ, hırka/şedd, çerağ, sofra, âlem ve seccade.
Bu alametlerin verildiğine dair bilgi Fütüvvetnâmelerde kaydedilmiştir: “Tarikat ehlinden bir kimse şeyhine hizmetini yerine getirdi ve sülük ve adab ehli ile sülük etti. Şeyhin rızasına nazar eyledi ve şeriat ve tarikat ilminden haberdar oldu. Amel ederek şeyhliğe layık oldu. Şeyh ona tuğ, âlem, sofra, çerağ, şedd ve ahd verip seccadeye oturttu. İcazet talep edenin şartı şudur: İlk olarak yemek pişirsin ve tarikat ehline hazır etsin (…) Bundan sonra şeyhi kalkıp tarikat ehli olanlara şunu desin:
“Ey aziz ihtiyarlar! Bu derviş nice zamandır ki bu hakir ve fakirin hizmetindedir. Şu ana kadar ben kendisinden razıyım ve şeyhliğe layıktır ve bugün huzurunuzda şunu diler ki çerağ ettikten, sofra verdikten sonra, kendisine icazet vereyim ve seccade üzerine oturtayım. İhtiyarlar siz ne dersiniz?” İhtiyarlar da derler ki, “mahal ve müstehaktır, vaciptir, mübarek ola (…) Bundan sonra şeyh şunu desin “Bu sofrayı şeyhim bana nasıl havale ettiyse ben de sana havale ettim. Sana lazım olan şudur ki, bu sofrayı yemekten yoksun kılmayasın. Ama helal yemek olsun. Bir kimseden men etmeyesin (…) Bundan sonra şeyh bu ayet-i şerifeyi o yerde okusun: Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz” (İnsan, 76: 8-9). Ardından da şu ayet-i şerifi okusun:
“Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki, bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bayram ve senden bir ayet (mucize) olsun. Bizi rızıklandır; sen zaten rızık verenlerin en hayırlısısın” (Maide, 5: 114). Sonrasında sefer duasını etsin ve tüm enbiyanın, evliyanın, ulemanın ve meşayıhın ruhlarına dua etsin. Allah'ın büyüklüğüne tekbir getirsin (…) ve sofra müridin boynuna bağlasın” (Radavî, 2011: 216-217).
Fütüvvetnâmeden naklettiğimiz alıntıda da görüldüğü üzere “sofra”, Maide suresinde de geçmekte olup önceki ümmetlerde de delil olarak kabul edilmiştir. Öncelikle bilinmesi gereken şu ki, sofra; helal ve temiz olan bir kattan/âlemden indirilmektedir. İkinci olarak sofra, arınmış veya arınması istenen kimselere indirilmektedir.
Kur'an'da sofra delilinin, Hz. Meryem'e indirilen rızık vesilesiyle zikredildiği ifade edilmelidir. Bu örnekte sofra, Allah'a adanmış bir bakireye indirilmektedir. İsrailoğulları'na çölde indirilen men ve selvâ da “sofra” da kapsamında değerlendirilmelidir. Bilindiği üzere İsrailoğulları'nın çölde 40 yıl dolaştırılmaları, onlardan gelecek hayırlı bir ümmetin hazırlanması içindir. Hz. Hacer'e Zemzem'in verilmesi de “sofra”ya delalet etmektedir. Hz. İbrahim'in (as) eşi Sâre'nin de sofra hizmeti yaparken meleklerle konuştuğu ve meleklerin kendisine bir evlat sahibi olacağını müjdelediği hatırlanmalıdır. Bütün bu örneklerde sofra, bir hayra işaret veya delil kılınmaktadır. Ancak Kur'an'daki işaretiyle “sofra”, fütüvvetnâmelerde anlatıldığı üzere meşin veya kumaştan yapılan bir eşyayı simgelememektedir.
Ahmet Taşğın, Ahmed Yesevî'nin hikmetlerinde Hz. Peygamber'in (asv) Miraç'a yetim ve miskinlerin halini sormak için çıktığına işaret bulunduğunu nakletmektedir.
“Garip, fakir, yetimleri Rasul sordu / O gece Mirac'a çıkıp Hakk cemalini gördü / Gerip gelip indiğinde fakirlerin halini sordu / Gariplerin izini arayıp indim ben işte. (…) Garip, fakir; yetimleri kim sorar / Razı olur o kulundan Allah / Ey habersiz sen bir sebep, kendisi saklar / Hak Mustafa öğüdünü işitip dedim ben işte.”
Yetim, miskinlerin durumunu sormayı “sofra tutmak” meselesiyle ilişkilendiren Ahmet Taşğın, Yesevî kaynaklarında (örneğin Neseb-nâme'de) bundan bahsedildiğini ve sofranın “Hızır ile sohbet” etmek anlamı taşıdığını, yani ilahî-semavî olanla irtibatlandırıldığını ifade eder: “Şeyh Ahmed Yesevî, halifelerinden Sufi Muhammed Danişmend'e: ‘Git, Otrar'da sofra tut!' diye söyledi. Muhammed Danişmend Otrar'da kırk yıl sofra tuttu, yetmiş yıl Hızır aleyhisselam ile yetmiş yıl sohbet etti.”
Ahmet Taşğın, “sofra”nın izahını da şöyle yapmaktadır: Mevlevilerde Bektaşilerde meşinden veya bezden yapılırdı. Sofra üç türlüdür:
1) Müdevver şekilde meşin olup etrafına halkalar dikilirdi. Halkalardan geçirilen zincir vasıtasıyla kullanılmadığı zaman büzülüp torba veya dağarcık şekline sokulan sofra,
2) Dergâhlarda, hassaten Konya Mevlevihane'sinde kullanılan meşin sofra,
3) Bir arşın genişliğinde uzun bir meşinden ibaret olan sofra. Gölpınarlı, Vilayetname'deki terimler hakkında şu açıklamaları yapmıştır:
Sofra, Bektaşîlerde, meşinden, çeşitli yiyecek şeyler konmak için gözleri bulunan ince uzun bir sofra vardır ki bunu bellerine sararlar ve Arap alfabesinde ‘elif', yani ‘a' harfine benzediğinden ‘elifi sofra' adı verilir. Şeyh, halifelik verdiği dervişe bir de ‘elifi sofra” sunar.
Ahmet Taşğın, Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli Vilâyet-Nâme'sine atıf yaparak sofranın halife tayininde alamet olarak mürşitten halifeye (irşat makamına gelen kişiye) verildiğini ifade eder. Ancak Kur'an'da sofranın verilmesi, bir mürşitin halifesini atamasıyla ilişkili değildir.
Fakat her halde, “sofra açmak” ve “sofra tutmak” meselesi, irşat faaliyetinin, helal rızkın, helal kazancın bir yansıması olarak ele alınmıştır.
Risale-i Aşfezlik (Aşçılık Risalesi) isimli bir eserde Hz. İbrahim'in “Ey dilek ve arzuları yerine getiren Allah'ım; bana helal lokma için kazanç bağışla ki, sana ibadet edeyim” diye yalvarması üzerine Allah'ın Cebrail'e emrederek “Ey Cebrail, derhal git ve İbrahim'e aşçılık hünerini öğret” dediği ve bu nedenle aşçıların pirinin Hz. İbrahim sayıldığı ifade edilmektedir (Yılmaz, 2016: 29).
Risale, sofra sahibinin ve yemeği pişirip insanlara yediren kişilerin hallerini şöyle izah etmektedir: Bir şehrin âbâd olması (fazıl toplum haline gelmesi) aşçılar sayesindedir. Bir kişinin insanlara yemek vererek onlara faydalı olması, o kişinin arş-ı âlâ'da Allah'ı ziyareti gibi kabul edilmektedir.
Allah'ın bildirdiğine göre ihtiyaçlar ondur. Bu ihtiyaçların dokuzu aşçılara, kalan biri ise diğer mesleklere aittir. Dolayısıyla her faziletli kazançta aşçılara dokuz hisse ve bereket vardır. Çünkü kimse yemek yemeden bir iş tutamaz.
Risaleye göre bir kişinin aşçılara hakaret edip hor görmesi halinde Allah da mahşer günü o kişileri hor görecek ve cezalandıracaktır. Halis ve temiz bir şekilde namazını kılıp, yemeklerini temiz yapan aşçıların öldüklerinde şehit sayılacağı ifade edilmiştir.
Risalede aşçılık mesleği bir büyük denize benzetilir ve bu meslek erbabının haram yiyeceklerden, yalandan, hileden, gıybetten, zinadan uzak durması, âlimlerle birlikte olmaya dikkat etmesi halinde ahir hayatında cehennem ateşinden uzak kalacağı da zikredilir.
Bu ifadeye delil olarak da “Kim bir ilim talibine yemek yedirirse kabir azabından uzak olur ve o kimse için Kıyamet gününde de bir azap yoktur” rivayeti nakledilir (Yılmaz, 2016: 29-31).
Risalede aşçıların araç ve gereçlerinin Allah'ın emriyle Hz. Cebrail tarafından Cennet'teki Tuba ağacından imal edildiği de belirtilir. Risaleye göre bu işi icra eden esnafın mesleği usta aşçılardan öğrenmesi gerekir. Üstadından icazet almadan, yemeği hazırlarken tekbir getirmeden, ibadetlerini yerine getirmeden bu mesleği icra eden çırakların “edepten mahrum” olduğu ikaz edilir.
Risalede bu mesleği icra edenlerin yemeği pişirirken zikredeceği dualara da yer verilmiştir. Buna göre ocak başına varıldığında Besmele çekilir ve “La havle velâ kuvvete illâ billahil aleyhil âzim” ayeti okunur. Kazanı ateşe koyduğunda “Ya hayyu ya kayyum”; kazana yağı döktüğünde “Hayy, Kayyum” zikrini; kazana sebze koyduğunda “Vel mikal vel mizan” kelamını; pirinci yıkarken “Bismillahirrahmanirrahim.
La ilahe illallah kerimus-Settar” zikrini; pirinci kazana koyduğunda “Ya subbuh, ya kuddüs” ism-i şeriflerini; pirince yağ koyarken “Hayy, Kayyum” kelâm-ı şerifini, pirincin kıvamını alırken “Ya Allah, ya Allah, ya Allah” ism-i âzamını, yemeği pişirdikten sonra “Allah u ekber, Allah u ekber, la ilahe illallahu vallahu ekber, Allah u ekber ve lillahil hamd” duasını okumalıdır (Yılmaz, 2016: 33).
Risalede mesleğin temizlik ve helal rızk tasavvuruna uymayan, farzlarını, sünnetini ve müstehablarını bilmeyen veya bunları yerine getirmeyen kişilerin aşçı olmalarının makbul olmadığı belirtilir. Risale, aşçılık mesleğini Hz. İbrahim'e yani fütüvvete bağlamaktadır. Dolayısıyla mürşidin yetiştirdiği kişiye somut bir sofra (elif-i somat, meşin) vermesi aslında manevî irşadın bir icazetnâmesi gibi değerlendirilmelidir. Sofranın üstündeki yiyeceği (MAİDE) hazırlayan aşçı ve hizmetkârların salih bir toplumu hazırlayarak Allah'ın Rezzak ismine ayna olduğu ifade edilebilecektir. Yiyecek, insanı şekillendirmekte, ona şakul (eşkal) vermektedir. Hayr ve temiz yiyecekler hayr işleyen insanlar inşa etmektedir.
Modern toplumlarda yiyecek ihtiyacını karşılayan gıda hazırlayıcılarının mesleklerini icra ederken sofra fıkhını gözettiğini söyleyebilir miyiz?
- Abdulganî Muhammed b. Alâuddin el-Hüseyin er-Radavî, Fütüvvetnâme-î Tarîkat, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınevi, 2011
- Yılmaz Kadri H.-Türk Ahmet Turan-Ötkür Zulhayat, Risale-i Aşfezlik-Aşçılık Risalesi, Editörler: Âdem Öger-Recep Tek, Gazi Kitabevi, 2016