İnsan mezar kazmayı kargadan öğrenmiştir. Bilindiği üzere Kabil, Habil'i öldürdükten sonra naaşı ne yapacağını bilemedi. Kur'an'a göre Allah, Kabil'e karga göndererek mezar bilgisini öğretmiştir: “Sonra Allah, ona, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Kabil) ‘Yazıklar olsun bana, bu karga gibi olup böylece kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi oldum?' dedi. Sonra nedâmete düşenlerden oldu.” (5 Maide 31).
Bu hadise bilginin kaynağı konusunda pozitivistlerin dahi Allah'a muhtaç olduğunu kanıtlamaktadır. Kabil kıssası, Allah'ın insanı terk etmediği hususuna da işaret olarak okunabilir. Habil, şehit edildiği için kefensiz olarak, elbisesiyle toprağa defnedildi. Muhtemel ki namazı da melekler tarafından kılınmıştır. Böylece Hz. Peygamber'in ümmetine aidiyet kesbeden toplumun fıkhı, Hz. Âdem'in toplumsal fıkhıyla da buluşmaktadır. Bu yaklaşımla modern dünyanın Müslümanlarını Âdem'in evlatları arasında Habil olarak adlandırabileceğimizi de ifade etmiş olduğumu düşünürüm.
İnsanın haksız yere ölümüne sebebiyet veren saldırganlıkla (Kabil), dünyayı doyuracak gıda stoğu olan zenginler kulübünün (Batı) açlık - kıtlık oluşturmasını aynı eylem olarak görmek gerekir. Batı, yoksulların yaşadığı bölgelerde gıdaya erişim, temiz suya sahiplik, tıbbi ve ekonomik yardım alma, aile hayatını kuracak geçim imkânları üzerindeki denetimini gevşettiğinde, artan nüfusu kontrol edemeyeceğini düşünüyor. Batı'nın mevcut haliyle kendi nüfusunu artıramayacağı ortadadır. Ancak Batı, zaten aileyi dışlayan Kilise, Marksizm, feminizm vb. ideolojiler nedeniyle dünya çapında bir tür kısırlaştırma inançlarına bağlanarak yaşamaktadır.
Küresel kaynakların bütün dünya nüfusu arasında adil paylaşımını gündemine almayan insan hakları teorisi de, gerçekte bir nüfus kontrolüdür. Batı, Batı-dışının nüfusunu Haçlı seferleri ile kontrol edemeyeceğini gördüğünden beri, kendi kalkınmasını büyütürken, küresel açlık ve yoksulluğun da büyümesini politize etmektedir. İnsan hakları teorisini imal eden Batı'nın II. Dünya Savaşı'nda 60 milyon insanın ölümübe sebebiyet verdiği unutulmamalıdır. Batı, dünya toplumlarının önüne ‘Kabil' kimliğiyle oturdu ve kendi cinayetini ‘örten' bir insan hakları mezarlığı teorisi yazdı.
Demek istiyorum ki, modern dünyanın Habil'i iki kıble (Kâbe + Kudüs) çevresinde yaşayan Müslüman toplumlardır. Batı, ileri sürdüğü eşitlik söylemine rağmen küresel eşitsizliği yaymakta ve Akdeniz çevresindeki Habilî toplumları, açlık-savaş-fakirlikle ezmektedir. İnsan hakları teorisinin kurumsal teşkilatı Birleşmiş Milletler'in kuruluş şemasında dünya Müslümanlarına daimi üye statüsü verilmemiştir. Birleşmiş Milletler, Katolik (Fransa), Protestan (ABD-İngiltere), Budist (Çin), Ortodoks (Rusya) bir hüviyet taşımaktadır. Söylem olarak ‘eşitliği' dayatan ve fakat sadece Hıristiyanlığın mezheplerini ve Budizmi temsil eden, özü itibariyle ‘eşitlik' temelinden hareket etmeyen Batı, kendi varlığı için en yüksek statüyü önkabul olarak dayattığından eşitliği de inkar etmektedir. Bugün dünyanın bütün savaşları Müslüman toplumlar coğrafyasında gerçekleşmektedir. Batı'nın Batı-dışı bölgelerde yaşayan halkın geçim kaynaklarına ulaşmasını engelleyecek askerî varlığı, eşitlik söylemini zedelemektedir. Müslüman coğrafyasının petrol-doğalgaz-servetlerini ele geçiren Batı'nın küresel eşitsizliği dayatan teorik iğvaları bizleri efsunlamaktadır. Müslümanlar ‘doğal piyango' nedeniyle fakirlik, savaş, geri kalmışlık buhranına yakalanmış değildir. Kabiller Habilleri yavaşca öldürmektedir. Kabil'in mezar yapmasını kargadan öğrenmesiyle, Batı'nın teknolojiyi dünya halklarına egemen olmak için kullanması benzeş bir bilgi türüdür. Bilgi ve güç mezarlık inşa etmektedir. Kabil, işlediği cinayeti mezar kazarak örterken (küfr: örtmek demektir), modern dünya da Müslümanları ‘insan hakları mezarlığı'na gömmektedir. Batı, eşitlik teorisini, geleneksel kültürün eşitsizlik ürettiği söylemine karşı konumlamakta ve küresel anlamda yoksullaşmanın gerekçesi olarak geleneği suçlamaktadır. Fakat aslında ‘eşitlik teorisi'nin dünyanın fakir toplumları arasında uygulanmasını istemektedir. Batı'nın eşitlik teorisi haklı ve doğru ise niçin Hz. Yusuf gibi elindeki gıda stoklarını dünya halklarına açmamaktadır?
Batı 20. yy. boyunca geri bıraktığı ülke insanlarına Marksist sosyalizmi enjekte etmek istemiştir. Batı'nın iki kıble çevresinde yaşayan toplumlara fakirler arasında Marksizmi önermesi de günümüzde önerilen insan hakları teorisi gibi çelişkidir. Batı'ya bir cevabımız olmalı ve 20. yy.'da sosyalizm, 21. yy.'da insan hakları eşitliği üzerinden yürüttüğü iğvaya karşı koymalıyız. Batı'ya “Eşit olmaktan bahsediyorsun. O halde niçin elindekilerden paylaşmıyorsun?” ya da “Sosyalizmden bahsediyorsun, o halde niçin zenginsin?” deme zamanı gelmiştir. Modern dünyanın Habil'i Müslüman toplumlardır.
İnsanların eşitliği teorisi yerine insanı başka varlıklardan farklı kılan niteliklere eğilmek gerekmektedir. Fiziksel ve zihinsel kapasitelerine göre insanlar arasında farklılıklar bulunmaktadır. Rousseau, “Doğa, nimetlerini dağıtırken, iddia edildiği kadar iltimaslar yaptığı zaman bile, güçlüler, ötekilerin zararına, ne kadar çıkar sağlayabilir?” (Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Say Yayınları, 1982: 149) diye sorar. Rousseau, “Doğal toplum durumunda bir dev, bir cüceyi ağaçtan kovarsa, cüce onu bırakıp başka bir ağaca gider. Güçlüler aylak otururken geçimini güçsüzlerden sağlamaya zorlayacak olursa, dikkati ilk gevşediği anda güçsüz kişi ormana kaçar, kölelik zinciri kırılır ve bir daha bütün ömrünce onu göremez”, der (Rousseau, 1982: 150). Böylece insanlar arasındaki eşitsizliğin fıtrî (fiziksel, zihinsel ve takdirî) olduğunu zımnen kabul eder.
İnsan hakları teorisi, insanın Allah ile yaptığı ‘misak'ı gözardı ederek onun ödev ve yükümlülükler sahibi biri olarak yaratılmasını dışarıda bırakmaktadır. İnsan hakları teorisinin “Diline, dinine, ırkına cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne ve rengine bakılmaksızın insana insan olduğu için tanınan hakların genel adı” şeklinde tanımlamasıyla ‘insan' kavramının içi boş bırakılmaktadır. Batı'nın neye ‘insan' dediği belirsiz kalmıştır. Etik meselesi, hak kavramının alanından dışarı çıkarıldığında birilerinin hak talepleri, diğerlerinin hak gördüklerine el koymak durumundadır. Refah devletinde hakların rekabet içinde yeni kaleler haline getirilen bireylere ve kategorilere dağıtılması, hakkın öznesinin sahip olduğu bireysel egonun aşırı şişmesiyle sonuçlanır. Böylelikle günahkârlığı yargılayacak makam olarak Allah'a karşı yükümlülükler silinmektedir (Muhammed Arkaun). İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? (75: 36).