Ehl-i Beyt ekolü / fütüvvet, İmam Cafer'in esaslarını belirlediği bir yol olmasına rağmen bugün bildiğimiz Caferîlik mezhebi veya Şia içinde değerlendirilemez.
Caferîlik bir fıkıh okuludur. Fütüvvet ise “tamamlanmış ahlâk / mekârim-i ahlâk” üzere yaşamak, Hz. Resul-i Ekrem'in bu ahlâkın mekânı olarak kurduğu “Rıza Şehri”nin zuhuru için adanmayı esas almaktadır.
Şehir, binalar, yollar, köprüler anlamına gelmemekte; “talip ve ahî toplumu” olarak tecessüm etmektedir. Bu topluluğun inşa edilmesi, şehrin bu muhteva ile kurulması, Hz. Peygamber (asv)'in sünnetidir. “Şehir, sünnettir.” Hz. Peygamber (asv)'in şehir inşasını ortaya çıkaran sünnet, talip topluluğu içinde “muâhat-ahîlik-kardeşlik” tesisini zaruri kılmaktadır. Bu anlamda Medine, “fütüvvet şehri”dir.
Fütüvvetten ilk bahsedenin Cafer-i Sadık olduğu ifade edilmektedir. İmam-ı Azam'ın Ehl-i Beyt mektebinden doğrudan ders aldığı hususuna da burada yer vermeliyiz. Muhammed Ebu Zehra'nın da ikrar ettiği üzere İmam-ı Azam, Zeyd b. Ali, beşinci imam Muhammed Bakır, altıncı imam Cafer-i Sadık gibi Ehl-i Beyt mensubundan ders aldı ve/veya görüş alışverişinde bulundu (Muhammed Ebu Zehra, Ebû Hanife, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1962: 74-77). İmam-ı Azam'ın diğer bir üstadı Hammad olup o da İbrahim Nehaî'den fıkıh okumuştu. İbrahim Nehaî'nin silsilesi ise “ehl-i rey” ekolunun kurucuları Abdullah b. Mesud ve Ali b. Ebî Talib'e varmaktadır. İmam Cafer Sadık'ın ilmi İmam-ı Azam Ebu Hanife'de tecessüm etmiştir. Fütüvvet marifeti “ehl-i rey” ekolü içinde olup “ehl-i eser”de değildir.
Şakik-i Belhî (ö.809), Cafer-i Sâdık'a fütüvvetin ne olduğunu sorduğunda, Cafer, “Sen ne dersin?” şeklinde cevap verir. Bunun üzerine Şakik ona; “Bize verildiği zaman şükrederiz, verilmediğinde sabrederiz” cevabını verir. Cafer ise; “Medine'deki köpekler de böyledir” der. Şakik, “Ey Resullah'ın torunu, öyleyse sizin yanınızda fütüvvet nedir?” diye tekrar sorduğunda Cafer, “Bize verilirse onu başkasına ikram ederiz, verilmezse şükrederiz” diyerek cevap verir (Kuşeyrî, Risale-i Kuşeyrî-Tavvufun İlkeleri, Tercüman 1001 Temel Eser, Kervan Kitapçılık, c: 2, 1978: 368).
Bu hadise, îsâr ile fütüvvet arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu göstermektedir. Haris el-Muhâsîbi: “Fütüvvet, adil, insaflı hareket etmendir, başkasından kendi hakkını alman değildir” (Kuşeyrî, 1978: 363) demekte ve nefsi için hak mücadelesini fütüvvete aykırı görmektedir.
Kuşeyrî'nin aktardığı bir örnek, fütüvvetin boyutunu göstermektedir: “Bir adam bir kadınla evlendi. Gerdekten önce kadın çiçek çıkardı ve bir gözü kör oldu. Adam da: Gözüm ağrıdı ve sonra da kör oldum” dedi. Gerdeğe girdiler. Kadın yirmi yıl sonra öldü. Adam gözünü açtı. Ona bu hususu sordular. O da: Ben kör değildim, kadın üzülür diye yaptım, dedi. Ona sen fityanları geçtin, denildi” (Kuşeyrî, 1978: 366).
Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, Türkmenlerin başarısı değil fütüvvetin bereketidir. Araplar İstanbul'u fetih amacıyla Anadolu'ya geldiler, yurt tutamadılar. Türkmenlerin bu topraklarda yurt tutabilmesi Ehl-i Beyt evlatlarına “talip” olmalarıyla ilişkilidir.
Ehl-i Beyt'in yolundan dönen çok grup olmuştur. Bunların içinde Haricileri ve Abbasîleri sayabiliriz. Araplar, Ehl-i Beyt'e eziyet ettikçe fütüvvete ait programdan “düşmüş” oldular.
Baki Öz'ün görüşlerine yer veren Hüseyin Bal'a göre Emevi ve Abbasi zulmünden kaçan Ehlibeyt soyundan kimseler Orta Asya - Orta Doğu'da Türkmenlerin yaşadığı bölgelere sığındılar. Türkmenlerle evlenen Ehlibeyt soyundan kimselerin soyları, bugün dede soyundan olan kimilerinin atalarıdır. Ehl-i Beyt soyuna bağlı dede ocakları sadece Hacı Bektaş'la veya onun döneminde Anadolu'ya gelmemişlerdir. Anadolu'ya Türk göçleri bu tarihten çok önceleri başladığından, ocak kurucusu dedelerin çoğu Hacı Bektaş'tan önce Anadolu'ya gelmiş ve Anadolu'yu dinsel-toplumsal yapılandırmaya başlamıştır (Hüseyin Bal, Alevi İslam Yolu, Cem Vakfı Yayınları, 2004: 86-87). Anadolu'daki Kureyşan, Baba Mansur ve daha birçok dede ocağı Hacı Bektaş ocağından önce kurulmuştur. Bu nedenle Anadolu'ya birinci göçle gelen dervişlere “Rum erenleri” denilmektedir.
Ahmet Taşğın'a göre Anadolu'da hayatın içinde başlı başına bir biçim kazanarak sûfiliğe dönüşen ve Horasan formunu kaybeden Rum abdallarının faaliyetlerini, fütüvvet-ahîlik-marifete göre yeniden yapılandırmak için Rum'a Hacı Bektaş'ın gönderilmesi gerekmiştir. Böyle bir izah, diyar-ı Rum'da Oğuz parçaları olan Türkmen toplulukların ortaya koyduğu çoğu kere birbiriyle çatışmalı marifet çalışmalarını da vuzuha kavuşturmaktadır. Ahmet Yesevî, Hz. Muhammed (asv)'den Hz. Ali ve on iki imam silsilesi ile gelen Ehl-i Beyt irfanının önemli bir halkasını oluşturmaktadır. Ahmet Yesevî'nin babası Hace İbrahim'in nesebi Hz. Ali'nin oğlu Muhammet bin Hanefi'ye dayanmaktadır. Ahmet Taşğın'a göre Horasan pirleri, Türkistan'da kendileri için bekletilen emanetleri almayı hak edecek irfan ve hikmet alanında gelişme kaydedince Rum'da yer alan erenleri de içine alan yeni bir program yapmaya başladılar. Rum'a bir kişi gönderilip onlara bu yeni usul ve erkânın aktarılması gerekliliğine dair karar alındı. Ahmet Yesevî'nin yeğeni Hacı Bektaş seçildi. Hacı Bektaş, Horasan'dan Rum'a geldiğinde Rum erenleri kendisini istemediler. Hatta onun kendilerine vereceği bir konunun bulunmadığı tartışması yaparak itiraz ettiler (Ahmet Taşğın, Dediği Sultan ve Menâkıbı-Konya ve Çevresinde Ahmet Yesevî Halifelerinin izleri, Çizgi Kitabevi, 2013: 68-70).
Ahmet Taşğın, Dediği Sultan Menâkıbı üzerinden Horasan'dan Anadolu'ya gönderilen Hacı Bektaş ile daha önce Anadolu'ya gönderilen erenlerin arasındaki bu çekişmeye işaret eder (Taşğın, 2013: 76). Hacı Bektaş ile Karaca Ahmet, Dediği Sultan ile Seyid Hârun arasında farklı erkân ve usul (irfan ve hikmet) tartışılmıştır. Darı üzerine seccadesini atıp namaz kılarak altı alametin (taç, hırka, çerağ, sofra, âlem, seccade) sahibi olarak Anadolu'ya gönderilen Hacı Bektaş, fütüvvet programını uygulayacaktır.
Erenler arasında usul-erkân (irfan-hikmet) bakımından geçmişte yaşanan bu marifet krizinin benzerine günümüzde de yakalanmış durumdayız.
Fütüvvet vakti, Dede Sultan.