Kentlerin yapısı giderek değişiyor. Klasik kent tasavvurunda Fordist yaklaşım egemendi. Buna göre kentler sanayi merkezleri olarak düşünülmekte, tarımdan çekilen nüfusun fabrika işçisi olması beklenmekteydi. Türkiye'de bir kesimin bu fikri makul gördüğü ifade edilebilecektir. Bu yaklaşıma göre kırsaldaki emek gücünün ürettiği on kamyon tahıldan elde edilen gelir, Batı endüstrisinin ürünü bir kamyonet mamül maddeyi satın almakta yetersiz kalmaktadır. “O halde sanayileşelim, sanayi kentleri kuralım” denilmiştir.
Üretimin tek tipleşerek montaj hattında gerçekleşmesi Fordizmin temel yaklaşımıydı. Hangi malın arz edileceğine imalatçı karar veriyordu. Üretici piyasaya ne arz ederse etsin kitlenin bu malı tüketeceği varsayımıyla hareket eden mezkur yaklaşımda toplum ve emek hiyerarşik olarak organize edilmekteydi. Kent merkezinde sanayi tesisleri, işyerleri, çarşılar ve kent çeperinde ise banliyöler oluşturularak, gecekondulara göz yumularak ikili bir yapı yani kentsel planlama alanları ve segregasyon (kent bölgelerine ayırma) tatbik edildi. Gecekondu sahalarının da uzak kontrollü konut alanı planlamaları olduğu söylenebilecektir. Konut ve imalat/iş sahalarının ayrılması devletin düzenleyici ve müdahale edici varlığa dönüşmesini de kaçınılmaz kılıyordu. Toplu sözleşme pazarlığına işveren ile işçi arasındaki ilişki nazarıyla bakılmıyordu. Bir alanda gecekondu toplaşması yerel yönetimin görece izni dışında yapılmıyordu. Konut sahaları bir çoğu devlete ait iktisadî teşebbüslerin imalatlarının müşteri stoklarını oluşturuyordu.
1980'lerden itibaren dünyada sermaye – kent ilişkisi değişmeye başladı. Batılı sermaye, imalatını (üretim sistemini) yeni iş alanlarına (ülkelere) kaydırdı. Bu noktada temel bazı kriterleri vardı: 1) Sendikasız işgücü, 2) Düşük altyapı maliyeti, 3) Vergi indirimi, 4) Yerel (veya ulusal) yönetimlerin sermaye çekmek için vereceği sübvansiyonlar, hibeler. Türkiye'de de devlet giderek üretim sahasını özel teşebbüse terk etti. Ancak bir sanayi ülkesi olunamadı.
Dünya ölçeğinde kentlerin sanayisizleşmeye uğratılması, kent nüfusunun kaybına sebebiyet vermemiştir. Çünkü bu süreç ‘küresel kent' tasavvuruyla birlikte yürütülmüş, eski sanayi ve idarî kentlerinde mekânsal düzenlemeler yapılmıştır. Bilgi (eğitim), sağlık, eğlence, boş zaman, turizm, tüketim, sanat, kongre merkezli mekân düzenlemeleri demografik ve sosyal yapıları ‘etkinlik toplumu'na ve son tahlilde ‘tüketim toplumu'na dönüşmeye zorlamaktadır.
Türkiye açısından bu sürecin bazı riskleri içinde barındırdığı söylenebilecektir.
Abdurrahman Arslan'a göre Londra, Paris'in kurulduğu 1850'lerden itibaren Batı'da başlayan süreç, kentlerin geleneksel yapıları çözmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Kenti şekillendiren modern anlayış ya da modernite, insanları ve toplumu yeniden düzenlemiştir. Modernleşme ve kentleşme aynı zamanda “özgürleşme süreci” olarak ortaya çıkmıştır. Oysa şehri kontrol altına almak Osmanlıcı bir bakışa işaret eder. Çünkü bu, şehrin endüstri kenti ya da modern kent olamayacağı anlamına gelir. Oysa bütün dünyada toplumlar “Kent havası insanı özgür kılar-stadtluft macht frei” şeklinde ifade edilen Alman atasözüne uygun bir dönüşüme uğramış ve maddi sebeplerin yanında zihinsel anlamda Batı'yı tüketmek için Batı'da olmak yani kentlerde yaşamak istemiştir.
Abdurrahman Arslan'a göre bütün dünyada modernleşme süreçlerinde modernitenin tanımladığı geleneksel yapılar çözülüp, yerine modern yapılar ikame edilmiştir. Ancak 1980'lerden itibaren bizim gibi ülkelerde ikili bir çözülmeyle karşı karşıya kalınmaktadır. Bunlardan ilki, modernleşmedir. Bu süreç geleneksel toplumu çözmektedir. İnsanlar kentlere akmakta, teknolojik araçlar onları geleneksel değerlerinden çözerek modern değerleri içselleştirmelerini sağlamaktadır.
İkinci bir çözülme daha vardır: Modernleşme süreçleri içinde küreselleşmeyle gelen kültür / felsefe / postmodernite, onları bir daha çözülmeye uğratmaktadır. Böylece modernleşmeyle geleneksel yapı çözülmekte, postmoderniteyle ise modernleşmenin de değerleri çözülmeye uğramaktadır.
Abdurrahman Arslan'a göre modernleşme, geleneksel toplumu ‘ulus devlet toplumu'na dönüştürürken; postmodernleşme, yeni bir ‘teknolojik gözetim / denetim / medya toplumu' imal etmiştir. Modern toplum olmaya çabalarken modern toplum olmaktan çıkmayı ifade eden bir süreç yaşanmaktadır. Ulus devleti var eden politik kültür (modernleşme), postmodernleşmeye evrilince ulus devleti geçersiz kılmaktadır. Dönüşüm, Müslüman toplumları hem geleneksel hem modern hem de postmodern değerlerin üçünü bir arada ve eşdeğerli olarak algılamaya zorlamaktadır. Bu üçlü değer âlemlerinin biraradalığı kimlik krizine, yani ya milliyetçiliğe veya nihilizme yol açmaktadır. Bu iki eğilim de kimlik krizine çözüm olmayacaktır. Çünkü toplumsal bağın temeli ümmet bilincidir (Abdurrahman Arslan, Yeni Politik Kültürün Dünyasında, Hazırlayan: Asım Öz, Beyan Yayınları, 2017: 126-167).
Abdurrahman Arslan'ın yukarıda özetlediğim küresel kentleşmeye dair tezi önemli bir işaret ve ikazdır.
Kapitalizm, sermaye biriktirmek için sermaye üreten bir sistemtir; güçlü devlet – millet yapılarını çözmek istemektedir. Küreselleşmenin ‘parçala – birleştir' mekanizmasıyla merkezsizleşmeyi ve böylece binlerce kent – devletten oluşan yerleşim sistemleri üzerinde kendi hegemonyasını kurmayı hedeflediği ifade edilebilecektir. Bu nedenle Türkiye, devletin merkezî rolünü güçlendiren bir şehir felsefesiyle küresel kent dalgalanmalarını (kapitalist yayılmayı) durdurmayı siyasetin asal faaliyeti kılmalıdır.