Köyle şehir arasındaki makas kapandı. Artık şehri köy değil, köyü şehir besliyor.
Köy ile şehir arasında hem mekan, hem de hayat biçimi arasında hiç bir fark kalmadı, artık köyde bile trafik var.
İçler acısı durumun kısa hikâyesini Ahmet Murat Özel, kendi köyü üzerinden biten köyü kaleme aldı.
İşte o yazı:
Köyümüz, Toros dağlarının en derinine gömülüp orada unutulmuş gibi duran bir köy. Köye, köylülerin boğaz dediği daracık bir kanyondan giriliyor.
Kayaların sağda solda izin verdiği mendil kadar toprak parçaları dışında ekip kaldıracak toprak yok. Kışları kar yağınca en yakındaki kasabayla bile irtibatı kesilen, kendi kendine yetemeyen, hayvancılık yapmaya müsait ne bir mera, ne de düz alanı bulunan, okulsuz, doktorsuz bu köye her gittiğimde, atalarımın burayı niçin tercih ettiğini sorar dururum. Güvenlik arayışı mıydı acaba? Birilerinden saklanmak mı icap etmişti?
Ama köyün bir yirmi sene önceki manzarası, bütün bu yoksulluk hikayesini alt üst edecek güzellikteydi de. Köyün ortasından Göksu ırmağı geçiyordu. Suyu tatlı, buz gibi soğuk ve delişmendi. Irmağın iki yanına serili yeşillik, köyün baktığı vadiyi boydan boya kilometrelerce dolduruyordu. Irmağın her iki yanındaki küçürek toprak parçalarını köylüler bostana çevirmişlerdi. Hayatımda yediğim en lezzetli patatesler, fasulyeler, mısırlar oradaydı.
Irmağın kavisler çizerek küçük göletlere dönüştüğü yerlerde, balıklar birikirdi. Bu tatlı su balıklarını sepetlerle yakaladığımızı hatırlarım. Köyün çıkısında Göksu canlanıyor ve köye hallice bir şelale armağan ediyordu. Köy sarp bir vadiye yerleşmek zorunda olduğu için, evler merdiven gibi kademelenmişti. Her bir evin toprak damı üstteki evin avlusu gibiydi. Köyün içinde katır ve eşeklerin geçebileceği küçük patikalar dışında yol da yoktu. Ancak labirent gibi örülmüş daracık yolları ve gizli merdivenleriyle dolaşılabilecek bir yerdi köy.
Evlerde taş, toprak ve ağaç dışında bir malzeme kullanılmamıştı. Basit, konforsuz, alt katı mutlaka hayvanlara ayrılmış evlerdi bunlar. Yılda bir kez köye giden biz apartman çocukları için bu evler çok anlaşılmaz zorluklar içerirdi. Ama her evin, Göksu'nun içinden süzülerek geçtiği yeşil vadiye bakan bir balkonu mutlaka olurdu.
Çiçeklerle, asma yapraklarıyla süslenmiş bu balkonlar, evlerin, sokakların, köyün yoksulluğunu bir kalemde siler, her seferinde köylüyü köyüne ustaca bağlayan büyüyü tazelerdi. Belki de atalarım güzele düşkündüler. Yani belki de güvenlik kaygısıyla değil, güzellik arzusuyla bu köye yerleşmişlerdi. Azla yetinmeye zorlayan ama dünyanın en güzel vadilerinden birini vadeden, karnı tam doyurmayan ama dünyanın en güzel havasını ve suyunu sunan bu köye, hesapsız, kitapsız, yani aşık olarak bağlanmış olmalıydılar.
Yirmi sene kadar önce, bir gün rahmetli amcamla balkonda oturmuş çene çalıyorduk. Köyde iki üç tane çinko damlı ev görünüyordu. Amcamın yukarılardaki evinden vadiye doğru bakınca, bu damlar güneş vurdukça parlıyor, köyün alışageldiğimiz toprak rengi suratında, eğreti altın ve gümüş dişler gibi bakanı rahatsız ediyordu.
“Kimin bu evler amca?” dedim. “Onlar holdigler yeğenim.” dedi amcam. O gün güldük geçtik ama seneler içinde, amcamın gayri ihtiyari söyleyiverdiği bu kelimenin, hangi derin çelişkiden geldiğini görür gibi oldum. Yanlış telaffuz ettiği “holding” kelimesi, türedi zenginliğin, açgözlülüğün, güzelliği paraya, geleneği yapıntı olana tercih etmenin hepsini birden temsil ediyordu. Ama daha vahimi, holding aynı zamanda bütün bu sapmalardaki muhafazakar rengi de ima ediyordu. Çünkü Konya'nın bu dağ köyünde yaşayan bu yoksul köylü holding kelimesini, Konya'da o yıllarda peş peşe onlarcası kurulan muhafazakar holdinglerden öğrenmişti.
Uzun hikaye. Ama şu kadarını söyleyelim: Köye holdig zihniyeti hakim oldu. Çinko dam toprak damı, asfalt patikayı, şişe su Gürlevik suyunu yendi. Amcamın bağının da bulunduğu, karşı yakadaki bağlar bozuldu; ahlatlar ilgisizlikten kurudu. Bu arada köy yoksul görünümünü alt etti.
Fırın, market, okul açıldı. Katırlar gitti, traktörler geldi.
Zenginliği ve konforu, çarpık olmayan, saygılı ve efendi bir biçimde temellük edebilseydi köy ölmezdi. Ama öyle olmadı. Her şey birkaç on yıl içinde, çok hızlı, hiç düşünülmemiş, ölümüne histerik bir biçimde alt üst oldu. Köylü konfor istedi, karşılığında Göksu'nun suyunu, köyün terü taze havasını, dalından yenen meyvesini ve vadi manzarasını feda etti. Köydeki eski evler yıkılıp yerlerine üç-dört katlı apartmanlar dikildi. Eski köy düzeninde hiç bir ev bir diğer evin ışığını, güneşini, vadi manzarasını örtmezdi. Şimdi köy adeta nöbet geçiren bir deli gibi görünüyor. Ölçüsüzce yükselen binalar birbirleriyle kavga ediyor.
Devletin, köylerdeki yeni yapılaşmayı gözetim altında yürütmek üzere bir girişimde bulunacağına dair haberler çıktı geçenlerde. Birileri köyün kalmadığını söylesin o arkadaşlara.