Toplumun bir bütün olarak kentleşmesi (Henri Lefebvre), mekânın ve insanın tabiattan yalıtılması anlamında da okunabilir. ‘Bir bütün halinde kentleşme'den doğan kent toplumunun, yirminci yüzyıl başında modernleşme arayışına giren bizim gibi Batı – dışı toplumları üç biçimde çözdüğünden bahsedebiliriz.
Birinci çözülme, toplumun geleneksel (örfî ve dinî) yapısında ortaya çıkmaktadır. Kentleşme süreçleri aile kurumunu farklı yollardan dönüşüme uğratmaktadır. Ailenin çözülmesi toplumun da çözülmesi anlamına gelmektedir. Genç nesil, ebeveynlerinden farklı olarak üç kaygıya bağlı olarak (öğrenim, küresel kültüre katılma, çalışma) ailesinden ayrılmakta, metropol kentlere göç etmektedir. Metropolde yaşam, ilişkileri sığlaştırmakta, metropol öncesi toplumların dayanağı olan cemaat (Gemeinschaft) tipi hayatı dağıtmaktadır (Ferdinand Tönnies).
Yoğun nüfusun ilişkiler ağını parasallaştırdığı, gündelik koşuşturmaların vefa / dostluk / sevgi gibi değerlerin içini boşalttığı söylenebilecektir. Böylece cemaat tipi hayatın dayanağı olan kan bağı, komşuluk, arkadaşlık, akrabalık ilişkileri zayıflamakta ve fertler birbirine duyarsızlaşarak (Georg Simmel) cemiyet (Gesellschaft) denilen yığının üyelerine dönüşmektedir. Gesellschaft, ‘topluluk, ortaklık, şirket, kumpanya, sosyete, dernek' anlamlarına da gelmektedir. Bireyleşme eski hayata göre radikal bir kırılmayı ifade etmektedir.
Bizim toplumumuzda da kentleşme sürecinin benzer etkilere yol açtığı söylenebilecektir. Örneğin bekârlık 30 yıl önce 18-22 yaş aralığında gözlenmekte iken artık 18-30 yaş aralığına oturmuştur. Ayrıca bekârlık orta yaş ve üstü kuşaklardan (devletten de) finansal destek beklemektedir. Diğer değişle bekâr nüfus tüketici, yersiz-yurtsuz bir kitle oluşturmaktadır.
Evlilik bir akit (bağlanma) ve ikamet etme biçimi olduğuna göre toplumun görevi içlerindeki bekârları evlendirmeyi sağlamaktır. Muhafazakârların ‘sapma' olarak gördüğü her tür cinsel yönelim genç nesillerin ‘aile kurumu'na erişememesiyle (bekârlığın birikmesiyle) doğrudan ilişkili gibidir.
İkinci çözülme, değerler alanında belirmektedir. Bu ise teknolojinin yaygınlaşmasıyla gelen bir aşınmasıdır. Eşyayı kavrama – sahiplenme ve parayı harcama zihniyeti eski yıllara göre radikal anlamda değişmiştir.
Bu durumun bolluk krizi olduğu da söylenebilir. Oysa enflasyonun yüksek olduğu, şeker / yağ / kıyma kuyruklarının ve elektrik kesintilerinin normal sayıldığı yıllarda büyüyen kuşaklarda tutumluluk, mala kıymet verme, akraba – dost ve komşularla yardımlaşma hissi kuvvetlidir. Günümüzde artık emtiaya ve hizmete erişmenin önünde bir engel kalmamıştır.
Tüketim eğilimi öne çıkmıştır. Eşyalara ihtiyaç nedeniyle fertlerin birbiriyle dayanışma, paylaşma, imece duyguları ortadan kaldırılmıştır.
Bilindiği üzere gerek Farabi'de gerek İbn Haldun'da toplum halinde yaşamanın temel güdüsü ‘ihtiyaç'tır. Teknolojinin atakları, eşyaları bollaştırarak ferdileştirmekte ve tüketici refleksleri arttırarak dayanışma, paylaşma gibi duyguları dağlamaktadır. Modern eşya bireyleri diğerleriyle (ötekilerle) yarışa sokan silah gibi de konumlanmaktadır.
Eşyanın ‘ben'i yapması, ‘egoyu şişirmesi' ve atomize bireyin faydası ya da hazzı için kullanıma açılması istenmektedir. Bu noktada geleneksel hayatın ‘zanaatla şahsiyetin inşası' yaklaşımı kırılmıştır. Sahip olmak ve göstermek, bireylerin kendilerini tanımladığı simgesel bir dünya kurmanın aracı olmuştur.
Üçüncü çözülme, kapitalizmin kentleri ele geçirmesi ve önüne gelen tüm değer - yapıları yutarak tüketime, gösteriye sunmasıyla ilişkilidir. Bu katmandaki çözülme artık kimlik sorununu da ortaya çıkarmaktadır.
Bireyler toplumun bütününü kuşatan ortak kimlik değerlerinden çok ‘kent'lerin ya da ‘sivil toplum'un değerlerinden yola çıkarak kendilerini tanımlamaktadır. Ancak bu, bireylerin sahip oldukları eşyalar tarafından kontrol edilmesi gibi bir sonuç doğurmaktadır.
Kentin tekamülü aslında ‘insanın büyük kapatılması' anlamı taşımaktadır.
Türkiye bu üç çözülmeyi nasıl aşacak? Problem budur.