Sekülerleşme kentleşme süreçlerinin kaçınılmaz neticesi görülmelidir. Kent hayatı din-hayat arasında kırılmalara neden olmaktadır.
Geleneksel toplumda gerek mahalle hayatı ve gerekse iktisadî hayat sosyalin bireyi denetlediği, baskıladığı bir değer dünyası üzerinde kuruludur. Şerif Mardin'in “mahalle baskısı” dediği şey geleneksel hayatı belirleyen/varlığa çıkaran değer zeminidir. Kentleşme bu alanı çözer.
Günümüzde kendini “muhafazakâr” olarak tanımlayan kişiler dahi mahalle baskısını kaldıramayacak bir bireyselleşmeyi hayat edinmiştir. Özel alan/özel hayat kurulmuş ve “mahalle” bu alandan çıkarılmıştır.
Türkiye'de “dindarlaşma oranı” hakkında yapılan anketler en nihayet “birey dindarlığı”nı mesele edinir. Oysa dindarlaşma geleneksel toplumda bireyin mahalleyi veya esnaf teşkilatını var etmesini ifade etmekteydi.
Din, iktisadî-sosyal hayatı belirleyemediği ölçüde sekülerleşme tarafından kuşatılır. Günümüz toplumunda “en dindar” bireyler dahi fıkıhın sosyal/iktisadî hayatlarını, gelecek tasavvurlarını belirlemesine tepkilidir.
Geleneksel toplumda “Komşu komşunun ahretliğidir” anlayışı hâkimdi. Bu yargının Hıristiyan-Musevî sosyal öbeklerde de karşılığı vardı: “Komşunu kendin gibi seveceksin.” Şimdi günümüze bakalım: Komşu kavramı yıkılmıştır ve bu hiç de “din-dışı” sayılmamaktadır. İşte sekülerleşme budur.
Sekülerlik, dinin sosyal-iktisadî hayatı belirlemesine direnç geliştirerek “liberal” değerlere sarılır. Bu nedenle kentleşme süreçlerinde dindarlaşma, aslında geleneksel toplumun tekrarını ve şimdiye dair imkân-dışı ilişkilerini radikal şekilde (zihnî olarak) yok etmektedir.
Günümüzdeki tarihselcilik tartışmalarına bir yaklaşalım. Bu tartışmalar aslında “kentleşme süreçlerinde bu fıkıhla nasıl yaşayamıyoruz” itirafıdır. Tarihselciler, kentleşmeye karşı değiller, progresif bir zaman-toplum algıları var. Bu nedenle geleneksel fıkıhı kentleşmeyle bağdaştıramadıkları için hedef almaktalar.
Teorik olarak meseleye bakınız: Hz. Peygamber (asv) bugüne gelse ve “Medine” inşa etseydi, kentin ortasına stadyum inşa eder miydi? Diğer değişle bir peygamber “kitle toplumu”nun kentsel formuna nasıl nazar etmektedir?
Stadyumlar 1900'lerde ortaya çıkmış “kitle toplumu” ideolojilerin modern kapitalist sistemde dönüştürülmüş mimari formlarıdır. Bu anlamıyla stadyumlar seküler zikir mahalleridir: “En büyük Cimbom/Fener” vs. Sloganlaşmış yüceltmeler (tezahürat) “grup kutuplaşması”na yol açmaktadır. Oysa nebevî yüceltmeler, değer aidiyetleridir.
Türkiye'de Millî Görüş denilen muhafazakâr akım da dahil olmak üzere, sekülerleşme süreçlerine dirençli bir siyasi akım ortaya çıkmamıştır. Millî Görüş'ün “önce ahlâk ve maneviyat” tasavvuru son tahlilde kentleşmeye karşı değildi, bireyleşmeyi yani ferdin ahlâkî tamlığını kente taşımayı ve kırsal hayatı çözen bir progresif toplumsallaşmayı öne çıkarıyordu.
Aile+mahalle+şehir modelini (Farabi, fazıl şehir tasavvurunu) gözden çıkaran siyasi akımlar kentleşmeyi yani “mahalle baskısı” denilen toplumsal değer alanın çözülmesini, progresif toplumsallığın gereği gördüler.
Şimdi günümüzde “aile çöküyor” diye ifade edilen süreç aslında kentleşmenin getirdiği süreçtir. Türkiye'de 40 yıl önce gecekonduda “aile” vardı. Günümüzde göğe tırmanan konut ideolojisinin getirdiği hücre tipi yaşamlarda “aile” (Farabici anlamda) ne fiziken ne de manen kurulamaz.
Günümüzde ana-oğul veya baba+2 çocuk şeklindeki yaşamlara da “aile” deniyor. 40 yıl önce böyle bir “aile” kurulamazdı. Mahalle buna fırsat vermezdi.
40 yıl önce “mahalle esnafı” kavramı vardı. Mahalleden birinin esnafa borcunu ödememesi, mahalledeki komşularıyla ilişkisini bozan, dışlanmasına sebebiyet veren bir ahlâkî zaaf sayılırdı. Şimdi günümüze bakalım: Türkiye'de icra dosyası sayısı (borcunu ödemeyen kişi sayısı) 20 milyonu aşmıştır. Bir ülkede 20 milyon icra dosyası varsa dindarlık namına büyük bir yara açılmıştır demektir.
40 yıl önceki toplumun inanç/din değerleri, namus/borcu ödeme/büyüğe saygı/komşuluk/küçüğe sevgi/düşmüşe yardım gibi kavramlarla ifade edilmekteydi. “Mahalle baskısı” denilen şey, ahlâk zafiyetlerine göz yummayan ama kaderin/talihin getirdiği düşmüşlüklere merhamet eden değerlerdi. Kentleşme ve progresif toplum (muasır uygarlığı aşmak) hedefi Mübeccel Kıray'ın “tampon bölge” dediği, Turgut Cansever'in ise seküler kentleşme karşısında onayladığı gecekonduyu yani aile-mahalle sistemini bozdu. Böylece ahlâk, bireysel bir mesele sayıldı. Oysa Farabi, ahlâkı fazıl topluma ait kılmıştı, kentleşme sürecinde bu anlamda “ahlâk” çözüldü.
TCE (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği) tartışmaları da bu eksenden yani kentleşme-sekülerleşme süreçlerinden okunmalıdır. Türkiye, TCE süreçlerini sonuna kadar yaşayacak. Bu, kentleşme-sekülerleşmenin de sonuna kadar yaşanacağı anlamına gelir. Bireysellik/bireyselleşme artacak, son derece dindar fertler “toplumdan bana ne?” diyecektir.
İslâmcılık düşüncesi gecekonduların yıkılma süreciyle birlikte ortaya çıkmıştır: 1980. Kentleşmeyle İslâmcılık arasında büyük ilinti vardır. İslâmcılık metinlerine bu zaviyeden odaklanan her araştırmacı, bu ideolojinin bir gelenek/aile/tarihsel süreklilik eleştirisi olduğunu görür.
Türk toplumu artık modernleşmesini tamamladı. Kentleşti ve sekülerleşti. Ancak modernleşmenin sonuçlarını henüz yaşamadı. Fazla değil 20 yıl sonra göğüdelen konutlarında “yalnız başına ölen dindar” kişilerin haberleri medyaya düştüğünde modernleşmeyle yüzleşilecek.