Önceki yazılarımdan birinde “Metrokapitalist kentlerin kanserleşmiş yapısı karşısında “Galaksi şehir”ler (ör: İstanbul), “şehir”ler (şar) (ör: Kadıköy, Üsküdar, Beşiktaş, vs.), “kasaba”-“köy”ler şeklinde salkımlanan bir idari sistem geliştirilmelidir” demiştim.
Bir de şunu eklemiştim: “Şehir nüfusu âzamî 1 milyondur. Her Selâtin Camii bir şehri temsil ettiğine göre örneğin 1 milyonluk İstanbul'da 10 şehir kurulabilecektir. Buna göre Üsküdar bir şehir, Kadıköy başka bir şehir olur. Aralarında at ile dört-beş saatte varılacak bir mesafe olmalıdır. İki şehirin konut alanları ve fabrikalarla birleşmesine izin verilmemelidir. Çünkü bu kıtlık demektir. Osmanlı ailesini 6 kişilik bir nüfus olarak düşünürsek Selâtin Camii 20.000 kişi kapasitede ise o cami çevresinde nüfus, 80.000-100.000 olacak demektir (aynı aileden Cum'a namazına giden kişi sayısına göre nüfus hesabı değişebilir). ”
Şehir dediğimiz idarî alan 80.000-100.000 kişi barındırır. Bu şehri, galaksi şehir sistemi içinde idare etmek istiyorsanız her şehrin çevresinde 4-5 km. (yani komşu iki şehrin arasında 10 km) bir mesafe bırakmanız gerekecektir.
Anlaşılacağı üzere Kadıköy, Üsküdar, Beşiktaş idarî hukukta “ilçe statüsü” ile yürütülemez, yürütülmemelidir.
2014 adrese dayalı nüfus bilgilerine göre
Bağcılar 754.623,
Ümraniye 674.131,
Bahçelievler 599.027,
Üsküdar 534.970,
Kadıköy 482.571,
Fatih 419.266,
Eyüp 367.824,
Şile 32.823,
Adalar 16.052 nüfus barındırıyor.
2014 Türkiye nüfus verileri ise şöyle:
Kütahya 571.554,
Uşak 349.459,
Rize 329.779,
Amasya 321.913,
Bolu 284.789,
Erzincan 223.633,
Bartın 189.405,
Bayburt 80.607.
İstanbul “ilçe” nüfusları ile karşılaştırdığımızda Türkiye'nin “şehir” nüfuslarında bir dengesizlik bulunmuyor mu?
Ayrıca, İstanbul Üsküdar'daki 534.970 nüfus kaymakamla, Bayburttaki 80.607 nüfus vali ile yönetiliyor.
İlçe nedir? Kent nerede başlıyor? Bir kent için kaç nüfus gereklidir? Bu sorular muğlaklaşmıştır. Yeni bir kent tanımıyla taşra nüfusunu yerinde tutmak gerekir.
1980-2000 yılları arasında orta sınıfın oluşturulması ve bu sınıfın yoksulluk, eşitsizlik, işsizlik meselelerinin çözümü kentsel arazinin yatay olarak Anadolu halkının yerleşimine açılması, yani kentsel arazinin işgaline göz yumulması ve/veya dağıtılması ile sağlandı. Bunun tabii sonucu iç göç idi.
Yine bu dönemde kentlere bitişik tarımsal toprağın dağıtılması (imara açılması) yanında dikeyde imar haklarının kullanımı düzenlenerek kentlere çekilen nüfus lehine bir servet transferi sağlanmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla Türkiye'de 4 kata kadar imar izni uygulaması kentlerdeki varoş nüfusa verilmiş dolaylı gelir transferi idi. 2000 öncesi kentsel araziye yönelik müdahaleler toplumsal eşitsizlikleri kısmen denkleştiren enformel siyasetler idi.
Ancak 2000 sonrasında kentleşme küresel kent düzeninin bir parçası olarak politize edilmektedir. Bu dönemde artık kentlerin “marka kent” vasfı ile kendisini dünya pazarına sunması beklenmekte ve bu mânâda kentsel mekânın küresel sermaye akışına göre kendisini yapılandırması beklenmektedir. Kent nüfusunun da “küresel emekçi” ve “küresel tüketici” kimliği ile hareket etmesi hedeflenmektedir.
Bu nedenle mekâna müdahale (yatay) ve mekânda mimarî uygulama ile (dikey) yürütülen “yönetme-kontrol” mekânizması sürdürülemez haldedir. Mimarlar, kent tasarımcıları mekânı tasarlayarak aslında nüfusu denetlemektedir. Konut-işyeri-sanayi alanları-alışveriş merkezleri-ulaşım sistemleri nüfusu yönetme cihazıdır.
İstanbul başta olmak üzere göç alan kentlerde oluşan nufus yoğunluğu geriye dönüşü imkânsız bir yıkıma dönüşmüştür.
Göç alan kentlerin tarımsal sahaları imara açılmakta ve bu kentsel sahalarda yatırım yapılarak her yıl yeni bir kent kurulmasını gerektirmektedir. Göçen nüfusun geride bıraktığı konutlar ise insansız kalmıştır.
Diyoruz ki, 100.000 nüfuslu yerleşim “kent” olmalıdır.
İlçe ve kent kavramları yeniden tanımlanmalıdır.