Çok yakınlarda gerçekleşmiş ve Türk Ceza Kanunu kapsamında suç sayılan eylem içeren üç hadiseye işaret edeceğim.
10.07.2015: Ankara Rüzgarlı Caddesi'nde otopark işletmecileri ile esnaf arasında tartışma yaşandı. Belindeki tabancayı çekerek rastgele 5 el ateş eden işletmeci bölge esnaflarından birinin ölümüne neden oldu.
20.08.2015: Bayrampaşa'daki Büyük İstanbul Otogarı'nda 100 kadar taksici, müşteri yüzünden birbirine girdi. Siirtli ve Batmanlı grupların bıçaklı sopalı kavgasında 4 kişi yaralandı.
25.08.2015: İstanbul Aksaray'da girdiği bir bakkalda dolaptaki suları devirdiği için esnafın saldırısına uğrayan İrlandalı turistle baş edemeyen bakkal esnaf arkadaşlarından yardım talep etti. Turist, kendisine saldıranların tümünü ‘dövdü.'
Her üç hadisede de esnafın “kendilerine ait bölgeyi koruma” refleksi ile davrandığı görülüyor.
Türkiye'de ticari hayat hızla İslâmî değerlerinden sıyrılıyor. Bunun temel nedeni Müslüman şehirlerin kent-metropol hayatına doğru evrilmesidir. Bilindiği gibi Simmel metropolleri “para felsefesi”nin egemen olduğu büyük nüfuslu “nefs-i emmare” mekânları sayar.
Taşrada kişiler arası bütün samimi duygusal ilişkiler onların ferdiyetlerine-şahsiyetlerine dayalıdır. Oysa metropolde rasyonel ilişkilerde insan bir sayı gibi, kendi başlarına bir önemi olmayan, yalnızca nesnel olarak ölçülebilen kazanımları ilgiye mazhar olan bir unsur olarak ele alınır. Birey metropolde her türlü maneviyatı, değeri söküp atan ve bunları öznel formlarından çıkarıp salt nesnel bir hayat formuna dönüştüren muazzam şeyler-güçler organizasyonu içinde bir dişliden ibaret hale gelmiştir.
Türkiye'nin şehirleri metropolleşme sürecinde küresel kapitalizmin örgütlü, teknolojiden destek alan, zincir mağazalarıyla yayılmacı, rekabetçi, tekelci yapı kuran ticareti ile tanıştı ve bunu bir nimet gibi karşıladı. Çünkü rekabet “ucuzluk” gibi geldi.
Ancak zamanla küçük esnafı piyasadan dışarı atan bu sürecin nimet sayılamayacağı anlaşıldı. Kapitalizmin “ucuzluk” namı ile getirdiği rekabet, fiyatları yükselten, esnafı borçlandıran, batıran, aileleri dağıtan ve işsizlik üreten bir yığın problem çıkarmıştı. 35-40 yaşına gelip tezgahı bozulan bir esnafın başkasının yanında “müşteri danışmanı”na dönüşmesi her babayiğidin harcı değildi.
Tezgahı bozulan esnaf değişime ayak uydurmak arzusundaydı. Ev kira, maişet dert, emeklilik ise ütopya olmuştu.
Bir de şu: küresel markalarla ülkeye giren sermayenin piyasanın tamamını ele geçiremeyeceği ortaya çıktı.
Fakat esnaf, küresel, tekelci kapitalist firmalarla rekabet gücünü enformel ilişkiler ağına haiz başka bir yapıdan alabilirdi. Bu da küçük esnafın kaçınılmaz olarak mafyalaşmasıydı.
Yukarıdaki üç hadise de Türkiye'de esnaflığın üstünde durduğu bu zeminin ipuçlarını veriyor. Mafyalaşmayı.
Müslümanlar hızla İslâmî kaygılarını, fütüvvet ahlâkını kaybettikleri bir cahiliyeye doğru sürükleniyor.
Bir fütüvvet zihniyetine ihtiyaç var. Anadolu'da zamanında böyle bir teşkilat kurulmuştu.
Fütüvvetin “yiğitlik” manasına geldiği, iktisadî ve ahlâkî bir hizmeti gördüğü açıktır.
Bugün esnafın kendi arasında ve halk içindeki münâsebetlerini belirleyen ahlâkî ilkelerin ortaya çıkarılıp, yeniden tanzim edilmesi gerekir. Esnaflık geçmişte hususî bir tarîk-yol olup bu tarîke sâlik olanlara “Fityan” ve “Ahiler” denilmişti. Kimlerin bu tarîke girebileceklerini Fütüvvetnâmeler tayin ve tahdit etmekte olup bu tarîk ancak esnafa mahsustu.
Türkiye'de esnaf-zanaatkârlığı ihmal ederek bürokrat, teknokrat yetiştirmeye kendini adamış vakıf ve cemaatler yukarıdan aşağı toplum mühendisliği ile “helal ekmek” davasını terk ettiler. Oysa Şeyh Hamîd-i Kayserî, “Ekmekçi Koca”, “Somuncu Baba” namıyla halkın içine karışarak, toplumu aşağıdan yukarı tanzim etmenin yolunu gösteriyordu.
Fütüvveti inşa etsek, kentleri bırakıp gideceğimiz şehirlere de vasıl olabiliriz.