Lütfi Bergen

Kent ne demektir? 1

22.11.2017 05:33:14

Mircea Eliade, yüksek, dikey, yüce kavramlarını şöyle izah etmektedir: “Dağ, göğe yakındır ve bu nedenle çift yönlü bir kutsallığa sahiptir: bir yandan aşkın mekanın simgesini paylaşır (‘yüksek', ‘dikey', ‘yüce' vb.) (…) Dağ, genelde, gökle yerin birleştiği yer olarak kabul edilir; böylece bir ‘merkeze' dönüşür; dünyanın ekseninin geçtiği bölgedir, kutsal bölgedir, farklı kozmik alanlar arasında yolculuk yapılabilecek bir yerdir. Örneğin Mezopotamya inanışlarına göre, ‘Ülkeler Dağı' gökle yeri birleştirir (…) İran inanışlarına göre kutsal dağ Haraberezaiti (Harburz) dünyanın merkezinde bulunmaktadır ve göğe bağlıdır (…) Benzer inanışlara Finlandiya'da, Japonya'da ve diğer halklarda da rastlıyoruz. Gökle yerin birleştiği nokta olması dolayısıyla ‘dağ', ‘dünyanın merkezinde'dir (…) Bu nedenle kutsal bölgeler – ‘kutsal yerler', tapınaklar, saraylar, kutsal şehirler- ‘dağlarla' özdeşleştirilirler ve ‘merkez'dirler, yani büyülü bir biçimde kozmik dağın zirvesiyle bütünleşirler (…) Hıristiyanlar için Golgotha dünyanın merkezinde bulunmaktadır; çünkü kozmik dağın zirvesidir ve Adem'in yaratıldığı ve gömüldüğü yerdir. İslâmiyete göre, dünyanın en yüksek yeri Kâbe'dir; çünkü “Kutup yıldızı, buranın tam olarak dünyanın merkezinde bulunduğunu kanıtlamaktadır.” (…) Göğe yakın olan her şey aşkın olana farklı yoğunluklarla bulaşır. ‘Yükseklik', ‘üstünlük' aşkın, insanüstü olanın özellikleridir. Her ‘yükselme', belli bir seviyeden kopuştur, öteki dünyaya geçiştir; dindışı mekan ve insanlık durumunun aşılmasıdır. ‘Yüksekliğin' kutsal olmasının kaynağının, göğün üst katmanlarının kutsallığı ve kutsal gök olduğu açıktır. Dağ, tapınak, şehir vb. kutsanır, çünkü ‘merkez' olma ayrıcalığını paylaşır; temelde evrenin en yüksek zirvesiyle, gökle yerin birleştiği yerle özdeşleştirilir.” (Mircia Eliade, Dinler Tarihine Giriş,Kabalcı Yayınları, 2003: 114-115).

Yüksekliğin kutsallıkla ilişkisini ve böylece Kâbe'nin de ‘dört köşe en yüksek bina' anlamına geldiğini görmekteyiz. İslâm'ın Hz. Âdem'den bu yana tek din olduğu hatırlanırsa Mircea Eliade'nin zikrettiği inançlara ait mabetlerin Kâbe'den ilham aldığı da söylenebilecektir. Eliade, mabet, şehir ve dağ arasında rabıta kurmaktadır: “Doğu şehirleri, ‘merkeze', kozmik dağların zirvelerine, kozmik bölgeler arasındaki kesişim noktalarına dönüşmüşlerdir. Çin'de, Hükümdarın başkenti, tam olarak evrenin merkezinde, yani kozmik dağın zirvesinde bulunmaktadır.” (Eliade, 2003: 115).

Kur'an Mekke'yi ‘Ümmülkurâ' yani ‘şehirlerin anası' olarak kabul ettiğine göre gelmiş geçmiş tüm insanlığın inşa ettiği şehirler, felsefî anlamda ‘içinde Kâbe bulunan şehir'le izah edilebilecektir. İslâm Ansiklopedisi'ne göre Mekke'nin adı, “Arapça kurb kökünden makreb (kurban yeri, mihrap, mukaddes yer) kelimesine dayanmaktadır. Diğer bir görüşe göre ise Arapça ‘mkk' (ev) ile ‘rbb' (ilâh) masdarlarının bir araya gelmesiyle makreb şeklini almıştır. Her iki durumda da Mekke adı Kâbe ve şehrin dinî merkez olmasıyla ilgilidir. Mekke'ye Kâbe'yi barındırması ve kutsal bir belde sayılması sebebiyle pek çok ad verilmiştir. Mekke'nin yanında (48 Feth 24) Bekke (3 Âl-i İmrân 96) ve yeryüzündeki bütün yerleşim birimlerinin merkezi ve müslümanların kıblesi kabul edilmesinden dolayı ‘ümmülkurâ' (6 En‘âm 92; 42 Şûrâ 7) adları da Kur'an'da şehrin diğer isimleri olarak yer alır.” (Nebi Bozkurt - Mustafa Sabri Küçükaşcı, Mekke, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 28, 2003: 556).

Çalışmalarımızda Batılı kentleşme süreçlerinin Doğu'yu sarmasına bir itiraz olarak ‘şehir' kavramı ekseninde bir düşünce geliştirdiğimiz konuyla meşgul olanlar tarafından bilinmektedir. Bu anlamda eski Türk yerleşimlerinden bazılarının isimlerinin ‘kend-kent' olmasından hareketle (ör. Taşkent) tezimiz eleştirilmektedir. ‘Kent' sözcüğünün eski Türklerde ‘kale' anlamına geldiği veya ‘köy' yerleşmelerinin adı olarak kullanıldığı ifade edilmektedir.

Koray Özcan'ın bir makalesinde kend/kent kavramı, Orta Asya Türk siyasal-yönetsel egemenlik coğrafyasında Hakan ya da orduğ yerleşim geleneği içinde anlamlandırılmıştır. Özcan'a göre Türklerin yaz dönemlerinde yaylak alanlarında göçebe ve akıncı, kış  dönemlerinde  ise  kışlak   alanlarında   yarı-yerleşik   olmak   üzere   ikili   yaşam biçimine sahip olduğu söylenebilir. Özcan kent ağı kavramına başvurarak Orta Asya Türk egemenlik dönemi kentlerini;  siyasal-yönetsel  merkezler, üretim-dağıtım merkezleri, askeri-stratejik merkezler, dinsel yapılanma  merkezleri,  Hatun  yerleşmeleri  ve  tarımsal üretim   merkezleri   işlevindeki köyler olmak  üzere  kademelendirmektedir. Yazar Kent Ağı' kavramını “Tarihsel süreç  içinde  dönemsel  farklılık  ve  değişimlere  karşı  evrim  ya  da  gelişmelere açık,  siyasal  ve  yönetsel  egemen  bir  merkezi  gücün  denetim  ya  da  otoritesi  altında,  askeri  ve  stratejik  gereksinim ve  koşullara   bağlı   savunma   sistem   ve   teknolojisine  sahip,  işlevsel  bir  kademelenme  ya  da  uzmanlaşma  gösteren,  sosyal-kültürel-dinsel  örgütlenmeler   ile   üretim-dağıtım   sistem   ve   teknolojilerine  dayanan, karşılıklı sosyal ve ekonomik ilişkiler içinde bulunan   kırsal   ve   kentsel   yerleşme    kümelerinin    oluşturduğu mekânsal örgütlenmeler” şeklinde tanımlar (Koray Özcan, Orta Asya Türk Kent Modelleri Üzerine Bir Tipoloji Denemesi - VIII. Yüzyıldan XIII. Yüzyıla Kadar, Gazi Üniv. Müh. Mim. Fak. Der. Cilt 20, No: 2, 2005: 254).

Müellife göre Türk devlet anlayışında ülüş sistemi geçerlidir. Ülüş modeli, ülke topraklarının  hanedan  üyeleri  arasında  paylaştırılmasını, yaylak ve kışlak  alanlarının Türk boylarına verilmek  yoluyla  tahsis  edilmesini, kentlerin  yakın çevresindeki özel bakım gerektiren bağ  -  bahçelerin  vergi  muafiyetleri verilmek yoluyla özel mülkiyete  bırakılmasını, toprak  alım-satım veya kiralama senetleri ya da vergi kayıtları niteliğindeki hukukî belgelerden anlaşılmaktadır. Bu belgelerin tarihlenmesi, Orta Asya Türk toplumunda tarımsal üretim faaliyetleri ve özel mülkiyet sahipliliği gibi örgütlenmiş yerleşik yaşam düzeninin Uygur döneminde  gerçekleştiğini ortaya koymaktadır (Özcan, 2005: 254).

Koray Özcan da tıpkı Mircae Eliade gibi kent tasavvurunu ‘dağ' imgesiyle bağdaştırır: “Hakan/orduğ  geleneği  (…)   temür  kazug  adı  verilen  dünyanın  merkezinde  bulunduğuna inanılan dağı temsil eden suni tepeler üzerinde kurulan  Hakan  sarayı  ya  da  ordugâhı  merkez  olmak  üzere  dik  açılı  yol  sistemi  ve  kare  plân  esasına  göre  örgütlendiği söylenebilir” (Özcan, 2005: 255).

Anlaşılacağı üzere kentler hiyerarşisi ve kent ağı eski Türk yerleşim zihniyetinin hareket noktasını oluşturmaktadır.

YORUM YAP