Sermayenin savaşla elde edileceği konusunda kimsenin kuşkusu bulunmaması gerekir. Kapitalizmi, “Endüstri Devrimi”nin ardından gelen başarı hikâyesi şeklinde okumuyoruz. Gerçekte başlangıçta Kilise'nin de kapitalist olduğunu iddia ediyoruz.
Kapitalizm, Kilise'nin pratiğinde mündemiçti. Kur'an “Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah'ın yolundan alıkoyuyorlar. Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele” (9 Tevbe 34) ayetiyle bu hakikati beyan etmektedir.
Kapitalizmi, Katolikliğin Protestanlaşması şeklinde anlamaktan bizi kurtaran Kur'an'dır. Çünkü Katolikler de, feodaller de kapitalist zihniyetin esiridir.
Kilise, öğrenimi teşvik ediyor, okullar açıyordu. Yoksullara yardım ediyor, öksüzlere yurt açıyor, hastaneler yaptırıyordu. İyilik teolojisini yürüten Kiliseler, hayır yapmak isteyenlerin bağışları, ölüm- arazi- gelir üzerinden kesilen ondalık, kira, toprak gelirleri gibi akarlarla Batı Avrupa topraklarının yarısına yakınına sahip oldu (Leo Huberman, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İletişim Yayınları, 1991: 22- 25). Bu servet neticesinde Manastırlar, kıtlık zamanlarında sıkıntıya düşen soylulara faizle borç para veriyor ve karşılığında da topraklarını güvence-teminat sayıyorlardı (Henri Pirenne, Ortaçağ Kentleri, İletişim Yayınları,1991: 169).
Sistem sermayenin Kilise'ye akması ilkesine göre kurulmuştu. Ermiş Jarome, “Tüccarın Tanrı'yı hoşnut etmesi çok güçtür” demekteydi. Tüccarlar da yaşama biçimlerinin, ebedi kurtuluşlarını tehlikeye düşürmesinden tedirgindiler. Bir çoğu ölüm döşeğinde vasiyetnameleriyle kiliseleri ihya ediyordu (Pirenne, 1991: 98). Kilise-kapitalizm ilişkisi tüccarların servetini kapmayı hedefleyen negatif bir söylem icat ederek yeniden kuruluyordu. Yoksuluk söylemi toprak düzeninde servet sahiplerine yönelikti. Bunlar da soylular, şövalyeler, senyörler, serüvenci yağmacı tüccarlar yani kılıç ehli idi.
Ortaçağ dünyasında toplumu oluşturan tabakaların işbölümü esasına göre farklılaşması Kilise'nin kendini alamadığı bir yapı olmuştur: Kilise mensupları, orates (dua edenler), laborates (çalışanlar) ve bellatores (savaşanlar) şeklinde uzmanlaştılar. Kilise'nin kendi içinde işbölümüne uğraması servetin temerküzünün kaçınılmaz neticesiydi.
Piskopos Adalbêron, “Bir zannedilen Tanrı'nın evi üçtür: Yeryüzünde birileri dua eder, diğerleri savaşır, ötekiler de çalışır” demektedir. Chastelain de “Tanrı sıradan insanları toprağı işlemek ve ticaret yoluyla yaşam için gerekli malları temin etmek için yaratmıştır. Rahipleri de din işleri için, soyluları da adaleti sağlamak için” diyerek asalak iki sınıfın (rahip-soylu) savaşçı ruhban kapitalist zihniyetini kusuyordu (Ağaoğulları M. Ali-Köker Levent, Levent, İmparatorluktan Tanrı Devletine, İmge Yayınları, 1996: 165).
Avrupa feodalizmi, İslâm'ın Akdeniz'e çıkmasının neticesidir. Pirenne'ye göre, Roma İmparatorluğu Akdeniz-Roma merkezli askerî ticaret sistemi kurmuştu. Mısır MÖ: 332 yılında Büyük İskender tarafından ele geçirildi. Helen-Roma-Bizans elinde kalan Mısır, Hz. Ömer (ra) zamanında, MS: 641'de fethedilince Batı'nın ticaret düzeni bozuldu. İslâm, Akdeniz'e çıktı, Batı “feodal tarım dönemine” girmek zorunda kaldı.
Haçlı Seferleri, İslâm'ın Akdeniz'e çıkmasına bir cevap olacaktı. Batı, bunda başarı kaydedemeyince feodalizme saplandı. Batı'nın Haçlı Seferleri ile geldiği Doğu topraklarında Müslümanların düşünce-ilim-teknik-şehir-ticaret-kültür düzeylerini görmeleri Kilise dışı sınıfları etkiledi. 1492'deki Batı'daki paradigma değişikliği, Kilise'nin mevcut sosyo ekonomik düzenini sürdüremez hale gelişinin neticesidir. Kilise malik bir sınıftır. Diğer malik sınıflar duruma el koydu.
Artık Kilise'nin Avrupa toplumunu “sınıf olarak Kilise” menfaatine “kapatmak” için ısrar ettiği teoloji işe yaramıyordu. Mevcut düzenin sürmesinden yararı olan zümreler (Katolikler) değişime itiraz ediyorlardı. Protestanlar (ve Yahudiler) Müslümanların uhdesine geçen “bilgi-servet”in farkındaydı. 1453'te İstanbul fethedilince 1492'de acilen cevap üretilmesi bu farkındalığın ve “öteki sınıf menfaatleri”nin neticesidir.
Batı, 1492'den bu yana dünya halklarıyla saldırganca savaşarak servet biriktiriyor. Diğer taraftan İslâm'ı “savaş ve şiddet taraftarı ilkel bir din” olmakla suçluyor. Batı'nın yaptığı şey savaş halini Batı dışında tutarak sermaye temerküzünden ibarettir.
İçimizdeki terörü böyle okumak gerekir.