Kapitalizmi "banka-faiz-sömürü" ilişkileri ile izah eden Müslümanlar zenginlik için gerekli mülkiyeti "temel hak" olarak görmekteydi.
Tarım toplumundan kentlere göçen bu kesimler gecekondularda yani kentlerin çeperlerinde hayat tesis ettiler.
Merkeze yürümek ve yolsuz, susuz, belediye hizmetlerinden mahrum varoştan kurtulmak istiyorlardı. Batı'nın "kentsel düzen" uygulamaları Müslümanların "mülkiyet / temel hak" tasavvurlarını kapitalist toplum modeli içinde türetmelerinin yolunu açtı.
Bu nasıl gerçekleşmiştir? Müslümanlar kapitalist birikime yine kapitalistlerin hazırladığı bir ilizyona kapılarak kavuştular. "Mülkiyet haktır" ifadesi mülksüzlerin varlığına rağmen savunulan "helal servet"in meşruiyet zemini sayıldı. Sermaye, Batı'dan gelmekteydi, kimseye faizsiz verilmemekteydi. Faizli muamelelerin haramlığı ise Müslümanların sermaye biriktirmesinin önüne geçmekte idi.
Diğer yandan Müslümanların toplumun havas tabakasında yer almak, kadim kentlerin muteber semtlerinde komşuluk ilişkileri tesis etmek gibi dertleri bulunmaktaydı. Bir uzlaşma sağlanabilirdi. Sermaye sahipleri Müslümanların siyasete çekilerek sermayeye bir şekilde ortak edilebileceği fikrini geliştirdiler.
Bunun bir ilizyonla tatbik edilmesi gerekecekti. Siyaset, imar çalışması yapacaktı. Müslümanların küçük birikimlerle arsa sahibi olmasını ve inşaatların temellerini atmalarını sağlayacaktı. İnşaatlar yükseldikçe dairelerin bir kısmı satılacak ve binaların yapımı için gerekli sermaye de tedarik edilecekti. Siyaset, 1990'larda ortaya çıkan "Dindar müteşebbis"lerin faaliyetlerini faize bulaşmadan yürütmeleri için "zemini hazırladı."
Müslümanlar kentin yayılmasını, kentsel düzenin tesisini, sahip olmayı umdukları mülkiyet ve kira gelirlerine meşru yollardan ulaşmak için talep ettiler.
Müslümanların dindarlıkları,faizli muameleleri"kendileri için" doğrudan reddetmeye bağlı olarak "rasyonelleşti." Ancak satılan mülklerin mülk değerleri konut alıcısı kesimin bankalara başvurmaları zaruretini getirmekteydi.
Böylece Batı sermaye-finans gücünün Türkiye'ye girişi, inşaatları yapan Müslüman girişimcilerin müşterileri için talep edildi. Başka türlü maaşlı kesimlere daire satmanın imkânı yoktu. Dindar mülk sahipleri yüksek değerli konutları "yapıp-sat"arken faize bulaşmamaktaydılar.
Sermaye birikirken kendilerini haramdan muhafaza ettiklerini düşündüler. Ancak bu konutları alan kesimlerin bankalara başvurması kaçınılmazdı. Müşterilerinin faizli muamelelerine ihtiyaç duyulmaktaydı.
Böylece dindar müteşebbislerin din-toplum ilişkilerinde şöyle bir açmaza yakalandıkları söylenmelidir: "Toplum dindar olsun" diyen arsa malikleri / inşaat sahipleri, mülk fiyatlarının yüksekliği ve satışın nakit para ile gerçekleşme zarureti nedeniyle yoksul kesimleri faiz ödeyecekleri kredilere yönlendirmekteydi.
Yani alıcı olsun satıcı olsun bütün kesimler "karz-ı hasen" kavramını kaybetmişlerdi. Dindar malikler şahsi işlerinde faizli muameleden kaçınmakla sermayeyi dindarlıklarının dünyevî meşgalesi içinde çoğaltmanın bir yolunu bulmak gerekliliğinden hareket etmekteydiler. Görünüşte "ahlâklı bir toplum" istemekteydiler.
Çünkü mülkün satış bedelini ya da kirasını problem çıkarmadan ödeyecek "namuslu insan"lara ihtiyaçları vardı. "İsâr ahlâkı"nı kaybetmiş bir mülkiyet fikri toplumu belirledi.Kiracıların on sene kira verdikleri takdirde mülke sahip olabilecekleri bilgisi "mülkiyete hücum!" davranışını kitleselleştirdi. Toplum "mülkiyete hücum" ettiğinde Müslüman müteşebbisleri inşaat işleriyle meşgulbuldu.
Müslüman müteşebbisler inşaatları bitirip sıra konutları satmaya gelince müşterilerinin bankalara koşup kredi çekmeleri gerektiğini bilmekteydi. Oysa haram hayır getirmediği gibi; harama sebep olacak, sonucu haram olan şeyler de hayır değildi.
Kapitalizmin Müslümanların sandığı gibi faizli muamelelerden beslenmediği, tam aksine mülkiyet ilişkilerinden doğduğu, dindarlar tarafından tartışılamadı. Kapitalizm, Müslümanlara, "kapitalistiz!" demeden kapitalizme saplanacakları bir "numara çekmiş" oldu.