“Kamusal” olanın kimleri içerdiği ve “kamuya” çıkıldığında, çıkılan yerin neresi olduğu konusu: Bu konu 18. yüzyıl başlarında belirmeye başladı. Burjuvalar toplumsal köklerini örtbas etme kaygılarından sıyrılıyordu. Onlardan her yerde vardı. Yaşadıkları şehirler toplumdaki çok çeşitli grupların ilişkiye geçtikleri bir dünya haline geliyordu. “Kamu” sözcüğü modern anlamını kazanmıştı. Artık yalnızca aile ve arkadaş kesimlerinden farklı konumu olan toplumsal yaşam bölgesi değil, görece çok çeşitli insanları içine alan, tanıdıklar ve yabancıların oluşturduğu alan anlamına da geliyordu. Mantıksal olarak, çeşitlilik taşıyan şehir ahalisini çağrıştıran bir sözcük vardır: “kozmopolit.” Fransız dilinde “kozmopolit”, her yere girip çıkabilen, aşina olduğu şeylerle alakası ya da benzerliği olmayan, her durumda rahat hareket edebilen kimsedir. Toplum içine (kamuya) çıkmak anlamında bu yeni “kozmopolit”, mükemmel bir kamusal insandı. Kozmopolit, bu dünyevî çeşitlilik içinde gönlü neyi çekerse onun peşinden gidecekti. Böylece “kamu”, aile ve yakın arkadaşlar dışında geçen yaşam anlamına geliyordu. Kamu bölgesinde çok çeşitli, karmaşık toplumsal gruplar kaçınılmaz olarak bir araya gelecekti. Kamusal yaşamın ortak noktası büyük şehirlerdi. (Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, 1996: 32-33).
Kamusal alan, ahlâk ihlallerinin ortaya çıktığı yerdi: Ahlâk dışı bir alan olarak kamu, kadınlar ve erkekler için farklı şeyi ifade ediyordu. Kadınlar için, kirlenerek ve kargaşa dolu, almış başını gitmiş girdap (thackeray) içine sürüklenerek erdemlerini yitirme tehlikesine girdikleri bir yerdi. Bir burjuva erkek için kamu, farklı bir ahlâkî özellik taşıyordu. Bir kişi kamuya girerek ya da “kendini kamuda yitirerek”, evde baba ve koca olarak kişiliğinde somutlandığını düşünülen baskıcı ve otoriter saygınlık özelliklerinden sıyrılabilirdi. Öyle ki erkekler kamusal yaşamın ahlâk dışı oluşunu, kadınlar gibi onun sadece bir rezalet alanı olduğu şeklinde değil, alttan alta onun bir özgürlük alanı sunduğu şeklinde yorumluyorlardı. 19. yüzyıl lokantalarında saygın bir kadının, aralarında kocası bulunsa bile, bir grup erkekle birlikte yemek yemesi sansasyona yol açardı. Oysa burjuva erkeğin kendinden daha düşük seviyeden bir kadınla dışarıda yemek yemesi özenle geçiştirilirdi. (Sennett, 1996: 40).
Değişim ve üç Etkeni: İnsanlar şehirler büyüdükçe, yeni kentsel duruma bir düzen getirecek aynı zamanda bu yaşamla aile ve arkadaşlardan oluşan özel yaşam arasına bir çizgi çekecek konuşma, giyim-kuşam tarzları yaratmaya çalıştılar. İnsan kendini kamusal alanda “yaparken”, özel alanda, öncelikle aile yaşantısı içinde “doğasını gerçekleştirmek”teydi. Kozmopolit merkezdeki kamusal ile özel yaşam ayrımında kendisini bulan medenî taleplerle doğal talepler arasındaki gerilim sıradan yaşam alanlarına kadar yayılmıştı. Sanayi kapitalizminin yükselişiyle kentlerin büyümesinin ardından temel bir değişim belirdi. Bu değişimde rol oynayan üç etken vardı: 1) Büyük şehirdeki kamusal yaşamla 19. yüzyıl sanayi devriminin girdiği ikili ilişki; 2) İnsanların yabancıyı ve bilinmeyeni yorumlama tarzını etkileyen yeni bir sekülerizm anlayışının oluşturulması; 3) Ancien régime'de bizzat kamusal yaşamın yapısından gelen ve sonraları bir zayıflık haline dönüşmüş güç. Kamusal coğrafya görünüşte sapasağlam ama içten değişime uğrayarak varlığını korudu ve modern yaşamda iz bıraktı. Bunun sonucu olarak insanlar kamusal yaşamı ahlâkî bakımdan sefil bir yaşam olarak görmeye başladılar. Mahremiyet ve istikrar ailede bütünleşmiş görünüyordu. Aile, toplumun saldığı dehşetten kaçışın sığınağı haline geldi. Kamu ahlâk ihlallerinin ortaya çıktığı ve hoş görüldüğü yerdi; kamusal ortamda saygınlık kuralları kırılabilirdi. Aile, özel alan olarak idealleştirmeyle yaratılan bir sığınaktı. Bu ideal düzen karşısında kamusal düzenin meşruluğu tartışma konusuydu. İdealin bedellerinden özel türden bir deneyimle, yabancılar arasında geçen veya birbirine yabancı olarak kalmaya kararlı insanlar arasında geçen bir deneyimle kaçılabilirdi. (Sennett, 1996: 34-40).
Başörtüsü mücadelesi vermiş bazı kadın yazarlar Batı'nın yaşadığı “kamusal alan” hakkında doğru tespitler yaptı. Fatma Barbarosoğlu, Nazife Şişman ile gerçekleştirdiği konuşmasında kamusal alan konusuna yer verdi: “Eğer devlet kamu alanında başörtüsüne bu kadar şiddetli yasaklar koymamış olsaydı, ‘başörtüsünün bayraklaştırılmasını' yaşamayacaktık. Burada her iki taraf için de sembolik bir düello söz konusu. Sembolik düello, her iki tarafta da militan zihniyetlerin oluşmasına katkıda bulunuyor. Modernleşmeyi tabiî sürecinde yaşasaydık –tabiî süreçten kastım, dış müdahalenin olmadığı bir süreç- ne evler kale olacaktı ne de evlerin kaleliğinden apar topar vazgeçilme süreci yaşanacaktı” (Nazife Şişman, Kamusal Alanda Başörtülüler-Fatma Karabıyık Barbarosoğlu ile Söyleşi, İz Yayıncılık, 2000: 132).
Barbarosoğlu'nun “modernleşebilseydik evler kale olmayacaktı” ifadesi, Sennett'in Batı'da kamusal alan oluşurken evlerin “ideal düzen” sayıldığına dair işaretiyle çelişmektedir. Barbarosoğlu'nun konuşmasının ilerleyen bölümlerini Müslüman kadınların kamusal alan meselesindeki çelişkileri vermesi bakımından dikkatle yeniden tartışmak gerektiği kanaatindeyim.
Barbarosoğlu'na göre tesettüre riayet etmek isteyen Osmanlı bakiyesi kadınlar için sokak, yani kamusal alan, zaten makbul bir yer değildi. Özetle: “Osmanlı terbiyesi almış kadınlar yeni inşa edilmiş kamusal alanı kendileri için uygun bulmadıklarından kendileri olarak kalabilecekleri yer olarak evlerini gördüler. Bu kadınlar tercihlerini, kendi kızları için tercih etmeme noktasına geldiklerinde çatışma yaşadılar. Kendi kızlarının eğitimsiz olmalarını göze alamadılar. Kızlar resmî okullara gittiklerinde ise değerler çatışması yaşandı. Modern eğitim aldıktan sonra başını örten ilk nesil şehirliler oldu. Özellikle 90 sonrası İslâmî medyanın ortaya çıkması, “başarılı” tesettürlü kadınların başka kadınlara örnek olmaları için medyada gündeme getirilmesi kamusal alanın oluşturulmasında önemli rol oynadı. Yasaklara karşı durulmak istenirken kamusal alana mükemmellik atfedildi. Kamusal alan, yasaklarla birlikte var olunması gereken alan olarak kabul edildi. Bu siyahtan beyaza keskin dönüş beni düşündürüyor” (Şişman, 2000: 133-134).
Barbarosoğlu'nun “düşüncesi” tek başına kaldı, kadınlar kamusal alana bütün zehiriyle sahip çıktı.