Osmanlı devletinin kuruluşunda etken sosyal taban olarak dört zümrenin (Gazi, Ahi, Abdal, Bacı) yer aldığı fikrini Ahmet Yaşar Ocak'ın tashih etmek istediğine değinmiştik.
Ahmet Yaşar Ocak, “Âşıkpaşazâde'nin tasnifine bir de Fakıyan-ı (Fakihan-ı) Rum şeklinde bir beşinci zümre eklenmelidir” (Ahmet Yaşar Ocak, Yeniçağlar Anadolu'sunda İslâm'ın Ayak İzleri-Osmanlı Dönemi, Kitap Yayınevi, 2012: 14-15) demişti.
Ahmet Yaşar Ocak, tashihi yapmakla beraber Osmanlı erken dönem fetih hareketiyle ortaya çıkan kadı ve müftü ihtiyacının nasıl karşılandığı hususuna makalesinde yer vermez.
Anadolu'da millet varlığının tasavvuf-sufîzm ile mayalandığı görüşü günümüzde sıklıkla dile getirilmektedir. Yazılarından müstefid olduğum, kendisiyle muhabbet etmek fırsatını da bulduğum hocam Prof. Mevlüt Uyanık'ın “Harici ve Batini Zihniyetlere Karşı Ahmed-i Yesevi Yöntemi ve Alp-Eren Tavrı” başlıklı yazısında da bu görüş “Ağyarını mâni, efradını câmi” olarak ele alınmıştır.
Mevlüt Uyanık'ın yazısında zikri geçen görüş “İbn Haldun'a göre de âlim vasfına sahip olan hakiki zümre sufilerdir. Fıkıh ve kelamcıların zahiri bilgilerine sahip kişiler olarak yaşayan sufiler, peygamberlerin varisleri olan âlimlerdir. Çünkü bunlarda kelâmî/felsefi ve tasavvufi boyut bir aradadır (…) Ahmet Yesevi'nin takip ettiği yol ve yöntemin temellerini Hanefi fıkhı ve Maturidi akaidi oluşturur. Dönemin sufilerinin itikadi yapısı Maturidilik ile şekillenmiştir (…) Sünni geleneğin fıkıh ve itikad anlayışıyla tasavvufu mezcetmesi oldukça önemlidir. Yesevi, hem dinin ilkelerine sıkı sıkıya bağlıdır, hem de bunları oldukça basit ve sade bir dil ile anlatmayı başarmıştır (…) Yusuf Has Hacib ve Ahmet Yesevi âlim, abid ve arif kişilerdir. Maturidi'nin Kitabu't-Tevhid'inden hareketle akaidi hususları siyasi bir bağlamda ele almış, kelamı bir disiplin kurucu unsur olarak telakki etmişlerdir” şeklinde ifadelendirir.
Prof. Mevlüt Uyanık bu yazısında, Selefî / Harici / Batınî zihniyetlerin Ortadoğu'da başlayan yeni stratejik düzenlemeler dâhilinde kullanılması karşısında, itidalli bir bakış açısı olarak Hanefi-Maturidi öğretisinin gündeme getirilmesini ve bunun halk İslam'ı şeklinde sunulmasını amaçlamaktadır.
Bu amacın yakalandığı açmazlar yazıda şöyle dile getirilmiştir: 1) Heterodoksi: Fuat Köprülü'nün şaman/kam ve veli irtibatından hareketle Ahmet Yesevî'yi ilhadi/heteredoks olarak göstermesi kültürel alanı etki altında bırakmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu kitabında (Köprülü, 1959: 98 ) bu iddiayı yapan Fuat Köprülü, daha sonra Türk Edebiyatına ilk Mutasavvıflar (DİB, 1991: 76) bu görüşlerinden vazgeçmiş görünmektedir. Ahmed-i Yesevî Heteredoks/Sapkın Olabilir mi? Ahmed Yesevî'yi heteredoks (sapkın) olarak nitelendirmek tutarlı değildir; 2) Tasavvufun dinî ve dünyevî otorite inşası: İbn Arabî'nin vahdeti vucud anlayışını, Hallac'ın İslamiyet'i tebliğde kullandığı yöntemlerini tehlikeli bulabilirsiniz. Ama Horasanda çok sayıda kişinin Müslüman olmasını Hallac'ın sağladığına ne denilecektir? Bu insanları sapkın ilan edip tekfir ederek bir yere varamazsınız; 3) Tasavvufun reddi Harici-Selefî-Batınî ekollerin önünü açacak, Sünnilik çökecek: Cemaat ve cemiyet ilişkilerini müzakere edelim, temel aksaklıkları giderelim denilirken öyle ağır cümleler kullanılıyor ki, bu yöneliş İslamiyet'in yayılması ve benimsenmesinde son derece etkili olan âlim, abid ve arif sufi âlimler ve takipçilerini de tekfir edilecek boyuta ulaşmaya başladı. Bunu yaparken tarihsel ve kültürel birikimi yok edecek yeni bir tür selefilik ve seküler radikallik baş gösterdi. Yesevi geleneğini takip etmeye çalışan grupların da hedef tahtasına konulmasına yol açılmaktadır. Ahmet Yesevi'nin Hanefi fıkhı, Maturidi kelamıyla yoğurduğu Sufi öğreti bile ezoterik yapılanma olarak sunulursa, elimizde Ehl-i Sünnet'in itidalliğine dair ne kalır?
Yazının değerlendirmesine geçmeden önce bazı tespitler yapma gereği bulunmaktadır:
Evvelen, Türkmenler, Roma hukukunun hâkim olduğu bir toprak düzenine gelmişlerdir. Bu topraklarda varlıklarını koruyabilmek için daha güçlü bir hukuka ihtiyaçları vardı. Türkmenlerin Rum ahaliyle ilişkileri İslâm hukukuna göre sağlanmış olmalıdır. Bu da Anadolu'yu mayalayan zümrenin müftü-kadı sınıfının kontrolünde olduğunu gösterir. Müftü ve kadıların Roma vatandaşını dahi etkileyen bir adalet fıkhı ürettiği tartışmasızdır. Âşıkpaşaoğlu Tarihi'nde Orhan Gazi'nin tekfura iyilik-adaletle davrandığı anlatılır ve şöyle denir: “Onun için ki, yiğitlik gazaların en iyisidir dediler. Hem de bu yiğitliği görünce niceleri Müslüman oldu” (Derviş Ahmed Âşıkî, Âşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırlayan: Nihal Atsız, Ötüken Yayınları, 2011: 50)
Saniyen, Türkmenler Anadolu'ya obalar halinde geldiler. Bu obalarda “dâra durmak” yani mahkemeleşmek hem mutad-periyodik bir pratik ve hem de obanın sürekliliği için dinî bir vecibedir. Oba içinde de hukuka ihtiyaç vardır. Bu nedenle günümüz koşullarında Hanefî-Maturidi-Yesevi ekol, mevcut kent-metropol yapısıyla yeniden hayat bulamaz. Hanefî-Maturidi-Yesevi ekol, bir tımar ve ahilik nizâmı teorisidir. Yani ekonomi altyapıdır (Ekonomi: “hane yönetimi” demektir). Modernite karşısında apartman hücrelerinde yaşayarak hane/mahalle/şehir teolojisini kaybetmiş kitleler ekonomiye yani iktisadî adalet'e yabancılaşmışlardır. Bütün iddialarına rağmen Hanefî-Maturidi-Yesevi ekolden kopmuşlardır.
Salisen, Türkmenler, yanlarında geçimliklerini sağlayan koyun-keçiler, göç kervanını taşıyan develer-katırlar ile Bizans kentleri dışında yerleşmişlerdir. Bu, Roma düzeninin iktisadî yapısına eklemlenmenin reddedilmesi, yeni bir ekonomi sistemi kurulması anlamına gelmektedir. Türkmenlerin kırsal alanda değirmen inşa ettiği, tacir-seyyahlar için konaklama ve güvenlik ağı teşkil ettiği de unutulmamalıdır. Kısaca, Türkmenler Roma hukukunun ve ticaret sisteminin dışında kaldılar ve “Müslüman pazarı” kurdular.
Rabian, Osman Bey'in Karacahisar'ı fethettiğinde “Pazara yük getirip satan herkes iki akça versin. Satamayan bir şey vermesin. Kim bu kanunumu bozarsa Allah onun dinini de, dünyasını da bozsun. Kime bir tımar verirsem elinden sebepsiz yere almasınlar” (Derviş Ahmed Âşıkî, 2011: 31) buyurduğu hatırlanırsa Türkmenlerin Anadolu'daki varlıkları, şehir teolojisiyle hareket eden hukuk-nizâm-adalet hareketi olarak düşünülmelidir.
Devleti adalet kuracak.
(devam edecek)