Şakası yok, sıkı ekonomik politikaların uygulanması gereken bir süreçten geçiyoruz.
Döviz kurundaki saldırıları vesile bilen fırsatçıların da etkisiyle olumsuzluklar iyiden iyiye hissediliyor artık.
Aslına bakarsak kur saldırılarından önce de kontrol edilmesi gereken bir fırsatçılık almış başını gidiyordu.
Kendi alanımdan örnek vereyim. Kışın 1 liralık domatesin 10 liraya satılmasını nihayetinde sorgulayabilmiştik ama yazın 50 kuruşa satılan domatesin kur saldırısından çok önce ne oldu da 5-6 liraya çıktığını hiç konuşan olmadı.
Döviz ile direkt ilişkisi olsun olmasın her malın fiyatının artırıldığını görmemiz biraz da fırsatçılığın daha belirgin hâl almasından.
Yine de doğru ve kararlı ekonomik adımların atılması durumunda bu sıkıntıdan da kurtulmak mümkün.
Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıkladığı ‘kamu harcamalarında tasarruf' önemsediğim bir konu.
İstikrarlı bir tasarruf planının uygulanması durumunda bu tedbirin bütçe dengesine ciddi katkı sağlayacağı muhakkak.
Tabii ki bu noktada kritik hususlardan birincisi tedbirlerin öncelikle firesiz bütün yönetenlerce uygulanması, ikincisi tedbirlerin geçici değil ‘kalıcı' olacağının gösterilmesi.
Hem ucu kaçmış savurganlığımızın ve israfın hem de fırsatçılığın kriz dönemlerinde işimizi ne kadar zorlaştırdığı ortadayken bu hususların gelenekselleşmesi zaruri çünkü.
Yani herkesin zenginleşmeyle birlikte zıvanadan çıkmış bir müsriflik hastalığına tutulduğunu görüp, kendine çekidüzen vermesi gerekiyor artık.
Aksi takdirde savurganlığa alışmış kamu için bu ‘tasarruf paketi' de diğerlerinde olduğu gibi hiçbir şey ifade etmeyecek. Hem de kriz olsun olmasın tasarruf konusunda ciddi adımlar atması gereken bir ülkede.
Abartmasız Türkiye'nin gerçekten ciddi bir kamu harcamaları tasarrufuna ihtiyacı var.
Hiçbir gelişmiş ülkede görülmeyecek kadar şatafatlı ve lüks bir kamu hayatı yaşanıyor çünkü.
İsrafın hangi birini saymalı?
En büyük savurganlık hiç kuşku yok ki insanda yapılıyor.
Türkiye gerekli gereksiz ‘rutin memur alımları' yapması gerektiğine alıştırılmış bir ülke.
Personel alımlarının çoğu hâlâ gerekli olduğu için değil de ya halkta öyle bir beklenti oluştuğu için ya da politik hesaplar nedeniyle yapılıyor.
Üstelik rutine bağlanmış insan israfı hem verimliliği düşürüyor hem de çalışanı üretmeyen, araştırmayan, çoğalmayan bürokratlara dönüştürüyor.
Hesapsız kullanılan otomobilleri, ofisleri, ofis mobilya ve malzemelerini, sosyal tesisleri, lojmanları, yemek ve ulaşım giderlerini, kafaya göre programlanmış gezileri ve en önemlisi boşa harcanan zamanı eklediğinizde israfın boyutları kayda değer rakamlara çıkıyor.
Uzun yıllar başka bir ülkede devlet memurluğu yaptığım için Türkiye'deki kamu israflarını kolayca görebiliyorum.
Üstelik devlet memurluğu yaptığım ülke 1,7 trilyon dolar ile Türkiye'nin tam iki katı Gayri Safi Yurtiçi Hasılasına sahip dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Kişi başına düşen gelir açısından aradaki farkın 6 kat olduğu Avustralya'dan bahsediyorum.
Her şeyden önce orada rutin bir memur alımı yoktur mesela. Proje bazlı çalışma (ehliyet ve liyakat) şekli o kadar yerleşmiştir ki her yeni eleman yeni bir projenin gerektirdiği ihtiyaca göre alınır.
Victoria Eyaleti Tarım Bakanlığı'nda çalışırken traktör gibi özel araçları kullananların dışında ben ‘şoför' diye bir kadro da görmedim. İş ile ilgili görevlerde her memur devletin arabasını kendi kullanır.
Tabii ki bu kendi başınalık her alanda görülür. Mühendis, Müdür, Proje Lideri ya da Bölüm Başkanı da olsanız sorumlusu olduğunuz program ve projelerin bizzat içinde olmanız beklenir.
Yani araştırmacıysanız yaptığınız bilimsel denemeleri sizin için birileri yapmaz ve siz sadece sonuçlarıyla ilgilenmezsiniz. Toprak hazırlığından ekime, bakımdan hasadına kadar projenizin her aşamasında işin içinde olursunuz.
Bunlara ilaveten çaycı, odacı, müstahdem gibi kadrolar da yoktur.
Sonra ne ‘yemek kartı' gibi hizmet vardır ne de işyerlerinde yemek çıkar. Herkes yıllar önce bizde olduğu gibi ‘sefertası' hesabı evinden getirir yemeğini.
‘Servis' diye bir uygulamada da yoktur. İnsanlar işlerine gelip giderken kendi araçlarını kullanırlar.
Demek istediğim bizde ki gibi ‘ehli keyif' memurluğu ben dünyanın en gelişmiş ülkesinde çalışırken dahi göremedim.
Bu deneyimlerimi paylaştığım buradaki memurlar benim Avustralya'da değil de Yemen ya da Fildişi Sahilleri'nde çalışmış olabileceğimi düşünür gibi bakarlar yüzüme.
E ‘Devletin malı deniz' mantığıyla şekillenmiş durumlarıyla karşılaştırdıklarında haksız da sayılmazlar.
Sözün özü ‘israfın tiryakisi olan kamu' tasarrufa yaşadığımız şu sıkıntılı günlerden çok önceleri alıştırılmalıydı aslında.
Lakin geçte olsa tasarruf tedbirinin alınması yine de önemli.
‘İsraftan uzak durmak' büyük ve zengin devlet olmanın ilk şartı çünkü.
İl milli eğiitim müdürünün veya rektör yardımcısının nasıl bir stratejik önemi varki makam arabasına sahiptirler. Hele hele yıllarca bankaların promosyon paralarını lüks oto alımı ile ezen rektör veya makam sahiplerinden hiç bashetmeyelim.Bizde kamu personeli kendini herşeyin üstünden görür hatta devletin bile. Devlet yapısıda sakat bizde anlayışıda. Devlet kendi memurunu ve israfını gözetmekten aciz.
Baki Bey Merhaba;Bir hususta size katılmıyorum. Memurluğunu yaptığınız ülkenin geliri ile bizimki aynı değil.Servisten bahsetmişsiniz.Yol yevmiye ve konaklamayı baz alan bir veri paylaşınız. Ayrıca ülkemizde %67 otomobilden vergi alınıyor dünyanın en pahalı benzini bizde devlet hem buna sebep oluyor hemde bun gidermek için servis sağlıyor. Tezat burada. Ayrıca kamuda yıllardır israf makamdan tasarruf olmaz anlayışı var.