“İslâmcılık öldü” yahut “ölmedi” tartışmaları soyutlamaydı. Tartışmacı tarafların eleştirerek ve/veya müdafaa ederek “gösterdiği” kavramla, siyasi hesaplaşmaların inşa etmek istediği alanın farklılığından dahi bahsedilebilir. Sözün başında iken şunu söyleyelim: Türkçülük, Batıcılık, İslâmcılık düşüncesi kendi müntesiplerini yetiştirmeye devam edecektir. İdeolojiler kendisini doğuran iktisadî-içtimaî zeminin organik aydınları tarafından savunulup varlık sürerler.
Fakat artık “üç tarz-ı siyaset” devrinde değiliz. Başka iktisadî-içtimaî zeminler hızla ülkeye akıyor. Bu üç düşüncenin yanına başka düşünce ekolleri de ekleneceği gibi, üç düşüncenin kendini yeniden nasıl üreteceği ve neye tahavvül edeceği müphemliğini koruyacaktır. Bunun en kuvvetli delili Suriye kökenli Arapların vatandaşlığına ilişkin siyaset dilinin ortaya çıkmasıyla başlayan tartışmalardır. Türkiye, Suriyeli mültecilerin vatandaşlığının önünü açtığı takdirde Türkiye'de entelektüel sahanın hızla ideolojik değişime uğrayacağını göreceğiz.
Öncelikle Türkiye, etnik yapısı itibariyle bir kırılma yaşayacaktır. Suriye-Irak kökenli mültecilerin on-on beş yıl içinde en az 10 milyon nüfusa erişeceği ihtimali gerçekleşirse, Türkiye'nin artık “üç tarz-ı siyaset” gibi kurucu ideolojilerinin demografik tabanı sarsılacaktır.
İslâmcılık Türkiye'nin etnik-kimlik-değer-ahlâk-iktisat ve sosyal parçalanmışlıklarına bir çözüm getirebilir mi? Bugüne kadar ortaya koyduğu çabası tahlil edilirse müspet bir cevap verilemeyeceği ortadadır.
Türkiye daha kuruluş döneminde iktisadî-içtimaî zeminini asker ve rençber tabakalarıyla belirledi. Bu nedenle CHP (asker-bürokrat-endüstriyel sermaye) ve DP (toprak ağası-eşraf) gibi iki ana partinin ülkenin kaderi hakkında söz söylemesi tesadüf sayılmamalıdır. TİP ve Milli Görüş partileri ise bu iki siyasal mecranın sosyal politikalarının ortaya çıkardığı sınıfların sözünü dile getiriyordu. Dikkat edilirse TİP de Milli Görüş partileri de kentte yer-mekân tutmaya çabalayan işçi ve orta-alt (esnaf, zanaatkâr) sınıfların temsilcisiydi, siyasal alanda bu kesimlere yer açıyordu.
2000 sonrası şartlarında CHP ve DP çizgisi, aynı şekilde sınıfsal dayanaklarını muhafaza ediyor. Eğer toprak maliklerinin mahsul yerine inşaat/kira rantı tekeline yöneldiğini idrak edersek DP zihniyeti bugün hâlâ devam ediyor. Fakat bugün tarlalarda makineli patates değil apartman “yetiştiriyor.”
Orta ve alt kesimler, söz söyleme, siyaset üretme sahasından dışarı çıkarıldı. DP zamanında küçük çiftçilerin, ANAP zamanında zanaatkârların ve nihayet 2000 sonrası şartlarında esnafların başına gelen budur. Kısacası Türkiye'yi kuran iki sınıf bugün de siyasal alanda hegemonyasını devam ettirmektedir. Hegemonya, “baskın sınıfın boyun eğenlerin izniyle gücü kazanması” anlamında bir kavramdır.
İslâmcılar, kendi ideolojik amaçları için işçi ve orta alt sınıflara ait siyasal söylemlere uzak durarak bir pragmatist tavır koydular. İslamcılık bu pragmatizmle ezilenlerin, geçim yollarını kaybedenlerin kurtuluşu yerine Ayasofya'nın ve Kudüs'ün kurtuluşunu kendisine şiar edinen bir akıma dönüştü.
Bu politik yönelişte ısrarın kendi paradoksunu oluşturduğunu da söyleyebiliriz. Zira İslamcılık, Suriye-Irak kökenli üç milyon mültecinin meseleleriyle muhataplık gerçeğiyle henüz yeterince karşı karşıya kalmış görünmemektedir. Dil, kültür, entegrasyon (uyum), kimlik, mezhep, evlilik kurumu, eğitim gibi pek çok alanda Türkiye, İslamcılık üzerinden değiştirilmeye uğrayacaktır.
Bu değişimdeki başat rolüne rağmen İslamcılığın Ortadoğu'nun haritasının yeniden çizilmesinde hiçbir etkisi olmayacaktır. “Ayasofya ya da Kudüs'ün kurtuluşu” İslamcılığın etki gücüne bırakılmayacaktır.
Bir süre sonra ülkede güçlü bir etnisiteye dönüşecek olan Araplar, Türkiye'deki İslâmcılığı hem kadro anlamında ve hem de retorik anlamında bir hayli sıkıntıya sokacaktır. Arapça bilen, Ortadoğu ile doğrudan (dil-akrabalık-soydaşlık-sermaye) bağları bulunan, ülke içinde güçlü bir etnik tabanla hareket eden Arap-İslamcı organik aydınlar, Türkiye'nin meseleleriyle ilgilenmeyen Türkiye İslâmcılığını kenara itecek. Arapların başka siyasal akımları da Türkiye'ye taşıyacağı da öngörülebilir.
Türkiye İslâmcılığı “istiklâl”, “elde kalan son vatan toprağını koruma”, “din u devlet-mülk u millet” koşullarında gelişti. Arap İslâmcılığı ise istibdatla - emperyalizmle - Siyonizmle mücadele koşullarında yani yıkılmış kentlerin, şiddet ve terörün ortasında güçlü kabilenin toprak arayışına özlemle doğdu.
Türkiye “umrancı” düşünceyle hakiki meselelerini bastırırken Arap İslamcılığı'nın Ortadoğu'nun bütün gündemini ülkeye taşıyıp, Türkiye'nin meselelerine odaklanmayacağını, üç tarz-ı siyaseti yeni bir bedavetle aşmaya çalışacağını göreceğiz.
Türkiye'nin siyasal alanının hegemonyası değişip kırılıyor. İslamcılık buna meşruiyet sağlarken kendini de savuracak olan fırtınanın beşiğini sallıyor.
lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter