Lütfi Bergen

İnsan haklarının emperyalizmi

8.03.2017 10:57:28

Costas Douzinas, “İnsan hakları insanları inşa eder” demektedir (Douzinas, 2016: 34). O'na göre, bu teori üzerinden söylenmesi gereken şudur: İnsanlığın bir normatif değeri bulunmamaktadır. İnsan hakları, siyasi, askeri, insancıl kampanyalarla tedavüle sokulur. Douzinas, insan hakları söyleminin emperyalist amaçları gizleyen yüzünü deşifre etmektedir: “David Kennedy, çağdaş insancıllığın, bundan böyle (…) hükümet ve ordu ile sabık radikalleri ve insan hakları aktivistlerini bir araya getiren ortak bir sözcük olduğunu savundu (David Kennedy, The Dark Side of Virtue, Princeton University Press, 2004, 8. Bölüm). Muhalifler yürüyüş yapmaya ve protestoya son verdi. Bunun yerine, hükümet düzeyinde yapılan politikaların hatta askeri planlamanın figüranları oldular” (Douzinas, 2016: 38).

Douzinas, radikallerin bir önceki çağın “iyilik yap-denize at”çı kalıntıları sayıldığını ifade eder. Onlar iktidarı, dinsel inançtan, doğal haklardan ve pozitif hukuktan hariç tutarak yargılayıp, kendi ‘etik vizyon'larını acınacak şekilde muhafaza etmeye çabaladılar. Fakat bu durum değişmektedir. Birçok insancıl ses, gerçekçi projelerinin tamamlanması konusunda çok daha rahat konuşacak duruma geldi. Colin Powell, Afganistan savaşı öncesinde şunu ifade etti: “STK'lar, gücümüzü çoğaltıyor, Hepimiz aynı, tek bir amaca; insanlığa yardım etmeye bağlıyız. Aynı değerleri paylaşıyoruz, öyleyse uygarlık lehine güçlerimizi birleştirelim.” Birçok STK hükümet finansmanlarını kabul ederek savaş girişimine katıldı. Irak savaşı öncesi koalisyona katılmaları için yardım kuruluşlarına Amerikan hükümetince hibeler sunuldu. Bu kuruluşlar, Amerikan ahlâki değerlerine ve sivillere ilişkin endişesine bağlılıklarını göstermek zorundaydı (Douzinas, 2016: 39).  STK'lar, hükümet finansmanını kabul etti, savaş girişimine katıldı. Pazar payı için özel şirketlerle yarışan taşeronlar oldular. “ABD ile yapılan sözleşmelere bağlı STK'lar, Amerikan hükümetinin bir koludur ve eğer para tahsilâtı yapmaya devam etmek istiyorlarsa, Bush yönetimiyle bağlarını sağlamlaştırarak daha iyi bir iş çıkarmaları gerekir” (2016: 40).

Douzinas yukarıda özetlemeye çalıştığımız bu arka planı verdikten sonra STK'ların ve insan hakları söyleminin gündeme getirilmesiyle ilgili hükmünü dile getirir:

“Yardım STK'ları, şimdi orduyla birlikte, çatışma sonrası bölgelerde kamu hizmeti taşeronları olarak sağlık ve eğitim tedarik etme sorumluluğunu üstlenerek faaliyet göstermekte. İnsancıl yönetim emperyaldir: Askerî karargâhlar, yabancı sivil yöneticiler gibi emperyal amaçlara hizmet eder (…) Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluğun hayırsever kampanyaları ve dilenci tarikatları olarak hareket ettiğini ileri sürerek STK'lar ile Dominik-Cizvitlerin sömürgeciliğini karşılaştırır. STK'ların medya kampanyalarıyla kamuoyunu “insancıl savaşlar”a hazırladığını, bilerek ya da bilmeyerek yeni düzenin ahlâkî taleplerini destekleyen ve iteleyen bütünleyici parçalar olduklarını” söylemek mümkündür (2016: 41). Kennedy'e göre hükümetler, uluslararası kuruluşlar ve STK'lar için çalışan insancıl politika yapıcıları, hâkimiyet ihtiyacına uyum sağladılar. STK'lar sömürgecilerin ordularıyla yakın işbirliği içindedir.

Douzinas, iktidarlar, insan hakları kuramcıları ve aktivistlerin bir tür “sosyal sözleşme”yle egemeni yeniden inşa ettiğine işaret etmektedir: “Askeriye, münhasır iktidar hakkından, radikaller ise tam anlamıyla askerî siyaset oluşturmak ve savaş sonrası yönetime katılmak için geleneksel pasifizm sevdasından vazgeçti. İnsancıl hukukçular ve STK görevlileri, savaşların planlanmasından yürütülmesine kadar işin içindeydi. Yeni oluşmuş askerî yoldaşları gibi onlar da gücü amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak görüyordu (…) Askeri ile insancıl rollerin bu pragmatik kaynaşması, güya orduyu ‘en iyi uygulama'ya ve ‘savaşı uygarlaştırma'maya yöneltmiştir” (2016: 41). Douzinas'ın bu işaretleri, insan hakları söylemlerinin ABD-Avrupa (NATO) lehine bir alanı tahkim ettiğini göstermektedir.

“İnsancıllık” ve “insan hakları”, İslâmî söylem üreten siyasi hareketlerin ve ‘İslamî STK'ların referans kodu haline gelmiştir.

Bu yaklaşım “evrensel (beynelmilel) insan” tasavvuruna vurgu yapmakta ve hatta insan hakları katalogunun “Medine Vesikası” ile “Veda Hutbesi” içeriğinden doğduğunu iddia etmektedir. Batı paradigmasında “eşref-i mahlûkat” ya da “ahsen-i takvim” kavramının karşılığı olabilecek “insan” tasavvuru bulunmamaktadır. Soyut bir “insan” kavramına dayanan Batılı “hak teorisi” Kur'an'ın “şuhha nefs” (59: 9; 64: 16) hakkındaki ikazının muhatabı varlığın bencilliğine dayanan hak fikriyle hareket etmektedir.

Douzinas'a göre, insancıllık ve insan hakları, teoride milliyet, vatandaşlık, sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk ve cinsiyet gibi bölgesel/yerel/tarihsel nitelikleri bir araya getirerek onu aşar. İnsan hakları, “türümüz birdir” düşüncesini cisimleştirir. Görgül farklılıklara rağmen tüm dünyada (Londra-Bağdat-Bombay) aynı insan kişisini tanıyabilmeliyiz. İnsan her yerde aynı ihtiyaçlara, arzulara, niteliklere sahiptir. Haklar, “insan doğasını” takip eder.

Douzinas, –emmare nefs'i bilmemekte ise de– günahkârlığın hak taleplerine dikkat çekmektedir: “Bir odadaki sekiz kişi, dünyayı değiştirebilir. (Bu) Live8'in temel sloganıydı. Dünya çapında gösteriye katılan milyonlarca insan, sekiz devlet başkanına hitap eden lobi grubu olarak sunuldu. Oysa basit ve kesin bir olgudan bahseden yoktu: Kuzey ile Güney arasındaki devasa eşitsizliğin temel nedeni, sömürgecilik, emperyalizm ve ihraç edilen neo-liberal kapitalizmle tam da bu devletlerdi. Benzer durum insan hakları için de geçerli. Batıdaki bizler, insan doğasının engellenemez kusurlarına ve günah işleme eğilimine cevaben hakları geliştirdik (Douzinas, 2016: 61-62). Douzinas, Joseph Slaughter'den şu cümleye yer verir: “Günümüzde insan hakları büyük bir kuruluşa dönmüştür ve ‘İnsan Hakları Şirketi' olarak yeniden adlandırılması gerekir” (2016: 63). Hatta Alex de Wall'in izinden giderek bu ticari girişimi ve çalışanlarını “Küresel Etik A.Ş.” şeklinde adlandırabiliriz (2016: 45).

Kim standartların aşağısındaysa, insan statüsüne erişemez. Gerçekte insan hakları teorisi, mağdurlara ilişkin bir aşağılama unsuru varsayar. İnsan hakları, ülkelerin geri kalmışlığının, geleneksel tutumlardan, modernleşememekten, aşağı insanlıktan kaynaklandığını iddia eden sömürgecilik sonrası galip egemenlerin dünyasının ya da tavrının bir parçasıdır (2016: 51).

Türkiye'de insan haklarının “islâmî”liğini savunan MGH (parti) ve STK'lar bu hak teorisinin İslâm toplumlarının değerlerini iğdiş ettiğin farkında değildir.

YORUM YAP