smanlı Ramazanları; iftar yemekleri, ruhları dinlendiren Enderun Teravihleri ve her biri bir Kur’an ziyafetine dönüşen mukabeleleriyle incelmiş bir medeniyetin tezahürüydü. Mehmet Ali Sarı’nın yazısından hareketle Osmanlı Ramazanlarında küçük bir yolculuğa çıkıyoruz.
Hafız Mehmet Ali Sarı, Kur'an tilaveti ve musiki denilince aklımıza gelen ve geleneksel değerleri günümüze taşıyan abide bir şahsiyet. Hocanın Derin Tarih dergisinde yayımlanan “Osmanlı Ramazanlarındaki İnce Zevk” başlıklı yazısı Ramazan'a girdiğimiz şu günlerde tekrar okunacak cinsten (Sayı 28, Temmuz-2014).
Mehmet Ali Sarı yazının başlarında “Osmanlı döneminde Ramazan büyük bir şevkle karşılanırdı. Her evde ramazan temizliği yapılır, pirinç şamdanlar, mangallar, leğen ve ibrikler ovularak parlatılır, evin bütün bakır kapları kalaya verilir, çamaşırlar yıkanır ve ütülenirdi. Hülasa o zamanki Müslüman İstanbul halkının Ramazan-ı Şerif'e gösterdiği hürmet ve rağbet hiçbir misafire nasip olmayacak kadar büyük ve derindi.” diyor.
Akşamüstü haneleri tatlı bir telaş alırdı
Bir sonraki paragraf sanki “Osmanlı döneminde düzenlenen iftar davetleri nasıldı?” sorusunun cevaplamış: “Akşam ezanı yaklaşınca hane sahibi yemek odasına girer, ayakta kendi sofrasına alınacak misafirlerin gelişini beklerdi. Herkes sofrada yerini alınca konağın imamı Kur'an-ı Kerim okumaya başlar, herkes top atılıncaya kadar sessizce dinlerdi. Besmele ve kısa bir duadan sonra zemzem içilerek oruçlar açılır, iftarlık denen reçellerden başlanarak devam edilirdi. Yemekte nefasetine özen gösterilen mutlaka iki çeşit çorba, saraykârî yumurta, değişik lezzetlerde et yemekleri sırada olurdu.
Hele fırında kızarmış tavuk ve hindi, yanında fıstıklı, üzümlü, kestaneli, hindi ciğerli baharatlı âlâ iç pilav, beş altı çeşit bol etli sebze yemeği, iki çeşit börek ve hoşaf, en az üç çeşit tatlı bulundurmak zorunlu gibiydi. Kibar sofralarının meşhur tatlıları baklava, samsa, revani, şekerpare, dilberdudağı, vezirparmağı ve un helvasıydı. Çeşitli mevsim meyveleri iftar sofralarının son perdesini teşkil ederdi. Konaklarda ayrıca iftara gelen mahalle bekçisi, sakası, amele ve diğer fakir halk için de sofralar kurulurdu. Tatlısı tuzlusuyla her iftarda onar kişilik en az 3-4 sofra hazır bulundurulurdu. İkram edilen kahveleri içtikten sonra konağın hazinedâr ağası kendilerine ‘diş kirası' adıyla para veya hediyeler verirdi.”
Ramazan'ın anlamı Kur'an ayı olmasıdır
Ancak yazara göre Ramazana anlamını kazandıran esas şey bir Kur'an ayı olmasıdır. Kur'an-ı Kerim bu ayda inmiştir ve bu ayın ehemmiyeti, maneviyat ve güzelliklerinin kaynağı budur. Tabii oruç da bu ayda farz kılınmıştır. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde Ramazan'ı “Gündüzleri sâim, geceleri kâim” geçirmeyi öğütler. Yani gündüzleri oruç tutarak, geceleri de ayakta ibadetle değerlendirmek gerekir. Bu ibadetlerin başında elbette Ramazan mukabeleleri ve teravih namazı gelir.
Mehmet Ali Hoca mukabele geleneğinin, vahyi getiren Cebrail (as) ile Peygamber Efendimizin karşılıklı olarak Kur'an ayetlerinin teatisine dayandığını vurguluyor: “Kur'an ayetleri nüzul olmaya başladıktan sonra Cebrail, Ramazan ayında o ana kadar gelen vahyi Efendimize tekrar ettirirdi. Cebrail okuyor ve Peygamberimiz de dinliyordu. Böylece başlayan mukabele hali Peygamberimizin son senesine kadar devam etti.”
Camiyi bekleyen minder yığınları
Bu uygulamanın o dönemden günümüze kadar gelen bir geleneğe dönüştüğüne dikkat çeken Hoca, yazısının devamında bizleri kendi talebeliğinde İstiklal Caddesi'ndeki Ağa Camii'nde yapılan mukabelelere götürüyor. O günlerde Beyoğlu'ndaki bir camide namaz vakitleri haricinde günün her saatinde onlarca mukabele okunduğunu öğreniyoruz. Ağa Camii'ndeki ilginç bir uygulama da dikkatimizi çekiyor. Buna göre mukabele okutan kişiler evlerinden bir minder getirir ve kendi hafızlarını buna oturturlarmış. Böylece mukabele için gelenler hangi halkaya tâbi olduklarını –aynı anda birçok mukabele okunduğu için- minderden rahatça anlıyorlarmış. Bu sebeple Ramazan'da camiye girenleri devasa bir minder yığını karşılarmış.
Mukabele bahsine girince hocanın şu satırlarını eklemeden olmaz: “Kur'an'ı iki türlü dinlemek mümkün. Zihin ve gönülle… Zihinle dinlemek için manasını anlamak lazım gelir ki, bu tadını ikiye katlar. Anlamı akla, ahengi gönle tesir eder. Bizim halkımız Kur'an'ı gönül bağıyla dinliyor.”
Ona göre dini ritüellerimizin hemen hepsinde aslî unsur sestir. Tesbihatta, mukabelede, ezanda, namazda, salâda ve mevlitlerimizde. Bu sebeple de din görevlisinin vazifenin hakkıyla icra edebilmesi için eğitimli olması gerekir. Hele Kur'an söz konusu olunca bu daha da mühimdir. Ashab-ı Kiram'dan Kur'an'ı güzel okuyanlara Hazret-i Peygamberin iltifat buyurduğuna dikkat çeken Mehmet Ali Sarı şunları ekliyor: “Bir gün Musa El-Eşarî, Mescid-i Nebevî'de Kur'an okurken Efendimiz kendisini dinlediğinde ‘Ya Ebu Musa sana sanki Davud peygamberin hançeresi verilmiş, ne güzel okuyordun!' demişti.” Elbette Hz. Peygamber'in Bilal-i Habeşî'yi müezzin seçmesi de tesadüfi değildi; bu, sesinin güzelliğiyle ilgiliydi.
Dinlendiren namaz: Enderun Teravihi
Yazı teravih namazlarıyla devam ediyor: Osmanlı döneminde uzunluğu sebebiyle monotonluğa ve yorgunluğa yol açmaması için Teravih namazı Enderûn usulüyle kılınır. Her 4 rekatlık bölüm ayrı makamlarla eda edilir. Aralarda getirilen salavatlar ve söylenilen ilahiler cemaati şevklendirir. Mehmet Ali Sarı'ya göre teravihin anlamı da budur: Rahatlamak ve dinlenmek.
Hoca şöyle devam ediyor: “İlk 4 rekât ısfahan ve rast makamında, ikincisi saba, üçüncüsü hüseynî, bir sonraki eviç ve sonuncusu acemaşiran makamlarıyla kıldırılırdı. Aralarında geçişler yapılır, hepsi dügâh perdesinde karar kılardı. Herkes teravihe vaktinde gelemez, gecikebilir malumunuz! Namaza sonrada katılan kişi cemaatin namazın kaçıncı rekâtında olduğunu anlamak için makama kulak verirdi. Ayetler eviç makamıyla okunuyorsa sondan 8 rekâtın kaldığını, acemaşiran makamı icra ediliyorsa son 4 rekâtın kılındığını anlardı. Buna göre cemaate katılır veya kendi kılardı.”
Bu satırlardan o dönemde imam ve müezzinlerin ne kadar mahir ve eğitimli olduğunu gördüğümüz kadar, camiye namaz için gelen sıradan bir insanın makamları ayırt edebilecek kadar musiki bilgisine sahip olduğunu da anlıyoruz.
Mehmet Ali Sarı hocanın yazısını okuyunca -artık çok sıradanlaşmış bir ifade olsa da- “Nerde o eski Ramazanlar” demeden edemiyoruz.
Munise Şimşek /dunyabizim.com