İslam âlimlerinin hayatları, bilme ve İslam’a hizmetlerini yeniden hatırlattığımız yazı dizilerimizin bu haftaki konuğu İbn Arabî. Endülüs’lü âlim İbn Arabî, astroloji alanında önemli katkılar sağladı. Arabî’nin Konya ziyareti ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulacağını Selçuklu döneminde kaleme aldığı kaydediliyor.
İslâm âleminde daha çok İbn-i Arabî, İbnu'l- Arabî, Muhiddin Arabî, Muhiddin İbn Arabî ve Şeyhü'l-Ekber şeklinde tanınan İbn Arabî yazdığı eserlerde adını şöyle kaydeder: Muhiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed b. el-Arabî, el-Hâtımî et-Tâî, el-Endülüsî, (Bazı kaynaklarda (Meselâ Kütûbî, III, 435) künyesinin Ebubekir şeklinde verilmesi yanlıştır. 7 Ağustos 1165'te (H.27 Ramazan 560'da) İspanya'nın Mürsiye (Murcia) şehrinde doğan İbn Arabî, köklü soylu ve saygın bir aileden gelmektedir. İsminin sonunda yer alan el-Hâtimî et-Tâî, onun cömertliği ve hayırseverliğiyle ün kazanmış olan Taî kabilesine mensup Adî b. Hâtim et-Taî'nin kardeşi Abdullah b. Hâtîm et-Tâî'nin soyundan geldiğini göstermektedir. Bu kabilenin Arap olması sebebiyle İbn Arabî ve ataları “Arabî” (Arab) diye tanınmışlardı.
Arabî, Dindar bir kişi olan babası Ali b. Muhammed hem hükümdarın hem de ünlü filozof İbn Rüşd'ün dostu idi. Annesi ise ermiş hanımların bile manevî derecesine imrendikleri dindar bir kimse idi. Dindar bir kişi olan amcası Abdullah b. Muhammed seksen yaşından sonra tasavvuf yoluna girmişti.
İşbiliye (Sevilla)
İbn Arabî sekiz yaşına kadar doğduğu yer olan Mürsiye'de yaşadı, ilk eğitimini ve dinî bilgileri burada ailesinin gözetiminde almaya başladı. Sekiz yaşına giren İbn Arabî, ailesiyle birlikte Mürsiye'den ayrılarak Endülüs'ün diğer bir şehri olan İşbiliye'ye (Sevilla) geldi. Burada tahsiline devam eden İbn Arabî, İbnu'l-Erisî isminde bir tacirin oğluyla tanıştı. Tasavvufî hayatla ilgilenen bu gençle arkadaş oldu. Delikanlılık çağına geldiği zaman babasıyla Kurtuba'ya giderek babasının dostu olan İbn Rüşd (ö. 1198) ile tanıştı. Onun sorduğu felsefî sorulara tasavvufî cevaplar verdi. Yine bu yıllarda Salih Adevî'nin öğrencilerinden Ebu Ali Hasan Şekkaz isimli bir şeyhle tanıştı, İbn Assâd ve Ahmed Harîrî isimli sûfî iki kardeşle arkadaş oldu. O bu sırada edebiyat ve avcılıkla da meşgul olmuş, daha sonra bu şekilde geçirdiği yılları câhiliye zamanı olarak zikr etmiştir. (Fütuhat, IV, 700)
1185 (H. 580) senesi İbn Arabî'nin düzenli ve sürekli bir biçimde tasavvufa girdiği yıl oldu. Hayat boyu üç yüzden fazla âlim ve şeyhle görüşüp kendilerinden faydalanan İbn Arabî'nin tasavvuf yoluna girmesini muhtemelen Ebu'l-Abbas Ahmed el-Ureynî sağlamıştı. Batı Endülüs'teki Ulya kasabasında oturuyordu. Kulluk konusunda derin bilgilere sahip olmakla beraber kasaba halkının yadırgadığı bazı fikirleri yüzünden oradan kovulunca İşbiliye'ye gelmiş ve burada genç İbn Arabî'yi etkilemişti. İbn Arabî onun meclisinde tövbe ederek fiilen tasavvuf yoluna girmişti.
Murabıtlar ve Muvahhidler dönemi nedir?
711 (Hicri 92) senesinde Müslümanlar tarafından feth edilen Endülüs, esas itibariyle kuzeybatı Afrika'da kurulmakla beraber Endülüs'ü de egemenlikleri altına alan Murabıtların (M. 1056/1147 arası), sonra Muvahhidlerin (1130/1269 arası) etki alanına girdi. Murabıtlar tasavvufa dayanarak bir çeşit tarikat devleti kurmuşlardı, İslâm anlayışlarının batıl ve hurafelere dayandığını ileri sürüp, onları ortadan kaldıran Muvahhidlerin İslâm anlayışı da Gazalî'nin din ve tevhid anlayışına dayanıyordu. Muvahhidler döneminde zaman zaman ilme ve fikre değer veren, bilginleri ve düşünürleri koruyan değerli hükümdarlar iş başına geliyordu. İbn Tufeyl (ö. 1186) ve İbn Rüşd (ö. 1198) gibi ünlü filozoflar böyle bir zamanda ve ortamda yetişmişlerdi. İbn Arabî Endülüs'te iken Ebu Ya'kub Yusuf (1163-1184 yılları arası) ve Ebu Yusuf Mansur (l 184-1199 yılları arası) gibi hükümdarlar Muvahhid devletinin başında bulunuyordu. İbn Arabî Endülüs'ün güneydoğusunda bir şehir olan Mürsiye'de doğduğu sırada Muhammed b. Sâ'd b. Merdeniş, Doğu Endülüs'ün Valisi idi.
SULTAN SELİM ARABÎ'NİN MEZARINI NASIL BULDU?
Muhyiddin-İbn Arabî'nin mezarını, Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim bulma hikayesi ve asılmasına sebep olan ‘Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır' sözünün sırrı ölümünden 300 yıl sonra çözüldü.
Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden sonra Şam'da bir müddet kalır. Ordunun para sıkıntısı olduğu bir dönemde ünlü alim Şeyh Muhyiddin-i Arabî'nin kitaplarından okur. Sultan onun kabrine gidip ruhu için dua etmek ister. Şam halkı Şeyh'in kabrini bilmiyorlardır. Bu konu araştırılır ve tellallarla bilenin ödüllendirileceği halka duyurulur. Kimse çıkmaz, yalnızca dağda koyun otlatan bir çoban gelir: “Efendim Kasyun dağının yamacında bir yer biliyorum, oradan ne koyunların birisi bir ot yer nede oraya bir hayvan basar. Oranın otları kendi halinde büyür ve zamanı gelince de kurur gider. Zannım o ki aradığınız yer orasıdır” der.
Çobanın söyledikleri doğru çıkar. Kazılan yerde Şeyh-i Ekber'in cesedi hiç çürümeden durmaktadır. Sultan onun için bir türbe yaptırır ve defin işlemiyle bizzat ilgilenir. Defin bitince Şam halkının Şeyh hakkındaki bildiklerini öğrenmek ister. İleri gelenlerden bazı alimleri ve gün görmüş kişileri huzura çağırır. Onlarda kendilerine intikal eden bir rivayeti sanki ağız birliği etmişçesine anlatırlar. Meğer vakti zamanında Şeyh, Şam halkının maddi şeylere düşkünlüklerinden yakınarak onlara nasihat etmiş, sonunda da ses tonunu yükseltip ayağını yere vura vura “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır!'” diye haykırmış.
Halk, bu söz ile kendi inançlarına hakaret edildiğini, kendilerinin Allah'a taptıklarını, Şeyh'in bu sözüyle küfre girdiğini iddia ederek kadılara şikayet etmişler ve onlarda Şeyh'in cezalandırılmasına hükmetmişler.
Şam'ın fethi ve Sultan Selim'in sırrı
Şeyh'in haksız yere eza cefa çekmesine gönlü razı olmayan dostlarından biri Muhyiddin-i Arabiye'e gelip “Neden sözünden dönmüyorsun, neden sır gibi davranıyorsun?” diye sorunca da o acı bir tebessüm ile “İzadahale's-Sin ila'ş-Şınzahira sırrı!” demiş, Sultan bunu duyunca çok şaşırır. Bu söz,”SinŞın'a girince sırrım anlaşılır!” manasına gelmektedir. Sultan, bu sefer Şeyh'in bu sözü tam nerede söylediğini araştırır. Aradan üç yüzyıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen bir kişi tahminen yerini bilebilir. Sultan bizzat oraya kadar gider. Gidilen yer yüksekçe bir tepedir. Sultan tepeyi kazmalarını emreder. Çok geçmeden kazılan yerden bir küp altın çıkar.
Şam halkı günlerce bu hadiseyi konuşur ve Sultan'ın kerametine bir kez daha inanırlar. Çünkü Sin, Selim adının ilk harfi, Şın da Şam isminin ilk harfi idi. Sin'in Şın'a girmesi gerçekleşmiştir. Halk bu kerameti büyük bir uğur telakki eder, Sultan ve ordusuna hizmet için canla başla yarışırlar. Şeyh'in altınlarını akçeye tahvil ederler. Böylece ordu yola çıkar.
Halk Arabî'yi kadıya şikayet eder
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri yine bir gün Şam'da bir camide vaaz verirken ayağını yere vurur ve der ki; “Eycemaat! Sizin taptığınız Rabb benim ayağımın altında”. Cemaat hiddetle “Vay bizim Rabbimiz senin ayağının altında mı derler”. Zamanın hocaları toplanarak, Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin katlini vacip kılarlar. Bunun üzerine zamanın erenleri de Muhyiddin-i Arabî Hazretlerini saklarlar.
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri'nin vefatından sonra onu belirsiz bir yere gömer ve kabrinin bulunup rahatsız edilmemesi için üzerine çöp dökerler. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri kitaplarından birine şöyle bir ibare yazar;“Dehalessinivessinişinine”.Aradan yıllar geçer, Yavuz Sultan Selim Şam'ı almak isterken, Sina Çölü'nü geçmesi gerekmektedir. Ancak o zamanın devrinde Sinâ Çölü'nü geçmek çok zordur. Çünkü çölde su yoktur ve askerler 12 gün susuz yürümek zorundadırlar. Yavuz Sultan Selim çölü geçene kadar çok fazla zayiat vereceğini düşünür.
Bu arada Muhyiddin-i Arabî Hazretleri'nin kitabı eline geçer. Kitaptaki;“Dehalessinivessinişinine” ibaresini gören Yavuz Sultan Selim'de, Sina Çölü'nü zayiatsız geçeceği ve Şam'a gireceği kanaati hâsıl olur. Çünkü bu ibarede;“Sinşine girer. O zaman benim sözümü ispat eder ve benim intikamımı alır” denmektedir. Sultan Selim, ibaredeki “sin” yani “s” harfinin Selim'in “s” si, “Şin” yani “ş” harfinin ise Şam'ın “ş” si olduğuna kanaat getirir. Yavuz Sultan Selim Şam seferine çıkar. Gerçekten de Sinâ Çölü zayiatsız geçilir ve Sultan Selim Şam'a girer.
Kocamustafapaşa'da mefdun Seyid Ömer, Şam'ın fethini kalp gözüyle görür
Kocamustafapaşa'da Sümbül Efendi'nin kalp gözü açık bir talebesi İstanbul'un Silivrikapı surlarına çıkar ve Yavuz Sultan Selim'in Şam seferine çıkışını seyreder. Gider Sümbül Efendi'ye haber verir. Bir gün yine Yavuz Sultan Selim'in Şam seferini seyreden Seyyid Ömer, Sultan'ın Şam'a girdiğini görünce heyecanla şöyle bağırır; “Yavuz Sultan Selim Şam'a girdi!” ve Silivrikapı surlarından düşerek orada ölür. Düştüğü yere mezarını yaparlar. Bir beyaz taşa “Seyyid Ömer'dir” diye yazmışlar.
Arabî'nin ‘Taptıklarınız ayağımın altındadır' dediği yerden bir küp altın bulunur
Yavuz Sultan Selim Şam'a girince, vakit kaybetmeden Şam'ın ileri gelenlerini toplar ve onlara; Muhyiddin-i Arabî Hazretleri'nin “Sizin Rabbiniz benim ayağımın altında” diyerek ayağını nerede yere vurduğunu sorar. Şehrin ileri gelenleri Sultan Selim'i sözü edilen camiye götürüp, Arabî Hazretleri'nin o sözü söylediği esnadaki yeri gösterirler. Yavuz Sultan Selim gösterilen yerin eşilmesini emreder.
Söylenen yerden büyük bir altın hazinesi çıkar ki böylece Şeyh-ül Ekber'in “Sizin Rabbiniz” diye kastettiğinin, insanların tarih boyu uğruna nice kötülükler işleyip kanlar döktüğü altın yani başka bir deyişle “dünyamalı” olduğu ortaya çıkar. Ertesi gün Cuma namazı vaktinde, camilere gitmekte olan insanlara tellallar; “Muhyiddin-i Arabî Hazretleri'nin çıkardığı hazine yağma” diye bağırırlar. Diğer yandan Yavuz Sultan Selim askerlerine yağma için gelenlerin kafasını kesmelerini emreder. Böylece Cuma namazından vazgeçip altın yağmasına koşanların hepsinin kafası kesilir ki; ibaredeki;“Sinşine girer. O zaman benim sözümü ispat eder ve benim intikamımı alır” sözü yerine gelmiş olur. Yavuz Sultan Selim daha sonra Arabî Hazretleri'nin saklı olan mezarını buldurur ve oraya bir türbe yaptırır.
İBN ARABİ'YE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
İbn Arabî'nin kendi zamanı yalnız değil sonraki zamanlarının da devlet siyaset ve inanç önderlerine yönelik öngörüleri büyük tartışmalara neden oldu. Aleyhinde iki yüz otuz sekiz, lehinde ise otuz üç fetva verilmiştir.
İbn Arabi, İslam düşünce tarihinde lehinde ve aleyhinde en fazla fetva verilen âlimlerden biridir. Nitekim yapılan bir araştırmaya göre yalnız Arapça literatürde onun aleyhinde yazılan eser sayısı otuz dört, savunma amacıyla kaleme alınanların sayısı ise yirmidir. Aleyhinde iki yüz otuz sekiz, lehinde ise otuz üç fetva verilmiştir. Her ne kadar bunların çoğu dinî-hukukî-ilmî olmaktan çok, konjonktürel-siyasî veya hissî birer tepki olsa da, İbn Arabî'nin tarihte ne kadar büyük yankı uyandırdığını göstermesi bakımından önem arz etmektedir.
Endülüs'te Maliki fıkhı eksenli başlayan ilk muhalefetle birlikte İbn Arabi'ye, bir kısım ulema tarafından 24 itirazda bulunulmuş ve bazı konularda tekfir edilmiştir. Bu noktada kelâm ve fıkıh âlimlerinin Allah'ın tenzihi ve teşbihine bakışlarıyla İbn Arabî'nin metodolojisinin farklı olması problemin esas kaynağını teşkil etmektedir. Varlık, nefis, insan, akıl, âlem, bilgi, vahdeti vücûd, Allah'ın isim ve sıfatları gibi görüşleriyle birçok kelamcıdan ayrılır. Kelamcıların, “Ancak kelâm kitaplarını okumak suretiyle doğru itikada sahip olunabilir, yoksa imandan çıkma tehlikesi vardır” şeklindeki sözlerine de, “Ben böyle bir görüşten Allah'a sığınırım” cümlesiyle karşılık verir.
Dilin sınırlarından dolayı tasavvufa ve özelde vücûda dair konuların şehadet âleminde ancak sembolik bir anlatımla yapılabileceğini söyleyen İbn Arabî'ye yöneltilen suçlamaların temelinde bu sembolizmin doğru anlaşılamamasının yattığı görülür. Molla Cami'ye göre de, onun ıstılahlarını anlamadan ve düşünülmeden yapılan bu eleştiriler hatalıdır.
İbn Arabî'nin Eserleri
İbn Arabî çok sayıda eser vermiş bir müellif olup eserlerinin sayısını farklı kitaplarında 248 ve 289 olarak verir. Bunların 98'i günümüze ulaşmıştır. Fakat son dönemde yapılan araştırmalarda, üzerine atfedilen eserler de dâhil olmak üzere 550 civarında kitabın ona aidiyeti kabul edilmektedir. Bu bilgi dikkate alındığında yaklaşık 245 eserinin günümüze ulaştığı söylenebilir. Bunların içerisinde üzerinde en çok tartışma yapılanlar, genellikle Fususul Hikem ve Fütuhatı Mekkiyye'dir. Fenâ Risâlesi, Marifet, Hikmet, Ruhul Kuds, Tâcur Resail ve Risaletül Envar gibi eserleri de bulunmaktadır. Arap diliyle kaleme alınan eserlerinin pek çoğunun, Türkiye ve yurt dışında çevirileri yapılmıştır. Nitekim Divanul Maarif adlı eserinde “O zaman sözümün hem doğuya hem batıya ulaşacağını bildim.” ifadeleri, onun öngörüsüne delil gösterilmektedir.
Kaynaklar: