Serdar Uğurlu'nun bir makalesinde eski Türklerin dininin Şamanizm olarak kabul edilmesinin kaynağında XIX. yüzyılda bu konuda çalışan Rus âlimi W. Radloff'un yargılarının bulunduğu vurgulanmaktadır. Radloff'un “Altaylardaki Türkler arasında tespit ettiği Şamanizm'in, İslamiyet'ten önce eski Türklerin asıl dinleri olduğu” varsayımıyla yaptığı çalışmalar, sonraki dönemde birçok araştırmacı tarafından ana kaynak olarak kabul edilmiştir. Sosyalist Rusya'nın yıkılmasına kadar bölgenin özellikleri, inanç yapısı ve bu yapının Orta Asya coğrafyasına dağılımı da araştırmacılara kapalı kalmıştır:
“İşte bu yetersiz araştırma olanakları sonucunda eksik bir bilgi birikimi meydana gelmiş, bu eksik bilgi birikiminden hareketle de Şamanizm'in Türklerin eski dini olduğu saptaması yapılmıştır” (Uğurlu, 2012: 324-325).
Serdar Uğurlu, Şamanizm'in Türklerin eski dini olduğunu sayanlar arasında Ziya Gökalp, Abdülkadir İnan, Cemal Şener, İlhan Başgöz, Umay Günay, Altay Köymen, Özkan İzgi, Hayri Bolay gibi isimleri zikreder.
Biz başka bir vesileyle Ziya Gökalp'in “Türklerin eski dini Şamanizm idi. Sonraları Toyonizme geçtiler” şeklindeki yargısını kritik etmiştik. Serdar Uğurlu, bu hususu da makalesinde ele almakta ise de tekrara düşmemek kaygısıyla Gökalp'in görüşlerine yer verilmeyecektir.
Uğurlu, Abdülkadir İnan'ın başka coğrafyalardaki ilkel kavimlerin inanç-inanış örgütlenmelerinin Gök Tanrı inanç sistemine yabancı kaldığını görmesi üzerine bu konudaki fikirlerini değiştirdiğini belirtir. H. Ziya Ülken'in Şamanizmi bir din değil bir sihri sistem olarak kabul ettiğini, Türklerin düalist fakat ahenkçi bir gök-yer dinine mensup olarak değerlendirdiğini ve Yakut Şamanlığı ile eski Türk Dini arasında hiçbir münasebet bulunmadığı görüşünde olduğunu nakleder (Uğurlu, 2012: 327-328).
Mircea Eliade ve Yaşar Kalafat'ın Şamanizm'i, sayısız hurafelerden, mistik-büyülü uygulamalardan, sağaltma, fal bakma, ruhlarla ilişkiye geçme, kayıp olan ruhu bulma, ölenin ruhunu yerine götürme, ruh çıkarma, büyü bozma, büyü yapma, trans, vecd ve esrime teknikleri ile vb. birçok uygulamadan oluşan bir inanış sistemi şeklinde anladıklarını belirtir (Uğurlu, 2012: 329). Ayrıca ikinci bir figür olarak “Kam”ın ortaya çıktığından bahseder. Yaşar Kalafat'ın “Şaman kişioğlu ile ruhlar âlemi arasında görev üstlenmiş iken, Kam daha ziyade Tengri buyruğu ile kişioğlu arasında işlev üstleniyordu” görüşüne İbrahim Kafesoğlu'nun da katıldığına değinir.
Bu izahlardan sonra tek Tanrı inancı ile Şamanist uygulamaların birlikteliği hakkında şu izahı verir:
“Eski Türkler, Gök Tanrı Dini denilen tek tanrılı bir dini sisteme inanmışlardır. Bu inancın hâkim olduğu coğrafyanın çok geniş olması dış etkilerin ve hurafelerin karışmasını kolaylaştırmış, bu da Türkler arasında Şamanist uygulamaların ortaya çıkmasına ve çoğalmasına neden olmuştur” (Uğurlu, 2012: 330).
“Türk devletlerinde Kağanlar milli bir tip olmanın dışında aynı zamanda Kök Tengri inancını da sürdürmeleri bakımından birer dini tiplerdir. Tengri'nin seçtiği ve kişioğlu üzerinde yükselterek kağan kıldığı asil soydan gelen tiplerdir. Bu durum aynı zamanda kağanlara Tengri tarafından verilmiş bir misyondur da” (Uğurlu, 2012: 332).
Uğurlu son olarak Şaban Kuzgun'un görüşünü benimseyerek paylaşır: “Şamanizm, Türklerin eski dini olmadığı gibi, bir din dahi değildir.” Türklerin dini tarihinin çok büyük bir kısmını “Gök Tanrı İnancı” ismini verebileceğimiz bu din kaplamaktadır. Batılı araştırmacıların etkisi altında kalan bazı bilim adamlarımızın bu inanca “Şamanizm” ismini vermeleri katiyen doğru değildir. Gök Tanrı inancı Şamanizm ile aynı olmadığı gibi, Şamanizm Türkler'den ziyade Moğollar, Tunguzlar vb. kavimlerde görülen ilkel bir büyü sistemidir ve asla bir din hüviyetinde değildir (Uğurlu, 2012: 333-334).
Hz. Nuh'tan Hz. İbrahim'e Hanif Din Olarak İslâm:
Daha önce de bir vesileyle işaret ettiğimiz üzere Kur'an'da beş peygamberin “ulu'l azm peygamber” ya da “Allah ile misâk yapmış peygamber” olarak vasıflandırıldığı görülmektedir:
“O zaman ki; Biz, nebîlerden onların misaklerini almıştık. Ve senden ve Hz. Nuh'tan ve Hz. İbrahim'den ve Hz. Musa'dan ve Meryemoğlu Hz. İsa'dan ve onlardan ağır bir misak aldık” (33 Ahzab 7).
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed'den alınan sağlam söz/mîsâkan galîzâ nedeniyle bu peygamberlere iman eden toplumlardan tevhid inancı yanında ahkâma tabi oluş da beklenmiştir.
Abdurrahman Küçük'e göre Türk'ün “tek Tanrı” inancı çok eski tarihlerden beri vardır ve hayatına egemen olmuştur. Kafesoğlu, Türk'ün “Tevhid” inancının delili olarak Orhun Anıtları'nı, Divan-ı Lügati't Türk'ü, Oğuz Kağan Destanı'nı, Kutadgu Bilig'i gösterir. Bu eserlerde tek Tanrı inancı “Tengri” olarak yer almaktadır. Bu Tanrı, “Tek”tir, “Gökte”dir. Ezelî ve ebedîdir, eşi ve benzeri olmayandır, hayat verendir, yaratandır, öldürendir, yardım edendir, cezalandırandır, kulun duasını kabul edendir, esirgeyen-bağışlayandır, âlimdir, yol gösterendir. Bunun yanında Kağanları tahta çıkarma, müstakil devlet kurmalarını sağlama, Hakanlığı verme, Türk milletinin hayatı ve istiklâli ile ilgilenme vasıflarına sahiptir. Türklerin kabul ettiği tek Tanrı, bütün insanlığa peygamber göndermiş olsa da toplumlar “Tevhid” anlayışını bozmuşlardır. Yeryüzünde hüküm sürmüş kavimler Tek Tanrı inancı yerine çok tanrıcılığı benimsenmiştir. Bu konuda Türkler istisnadır. Türklerin arasında az da olsa Yahudiliği veya Hıristiyanlığı din olarak seçenler bulunsa da genel olarak tek Tanrıcı dine bağlılıktan vazgeçilmemiştir (Küçük, 2009: 74-75). Abdurrahman Küçük, “Türklerin tek Tanrıcı İnancı” ile Araplardaki “Haniflik” arasında da bağ kurar:
“Tek Tanrı İnancı ile İslâm'dan önce Araplardaki Haniflik arasında bir ilgi kurulmaktadır. Bu benzerlik, Oğuz Kağan Destanı'mda açıkça görülmektedir. Destanda Oğuz Han'ın tek bir Tanrı'ya iman etmedikçe hiçbir kadını zevce edinmediği, putperestliğe karşı yaptığı mücadelede babasını bile affetmeyip tahtından indirdiği ve Tek Tanrı İnanışı'nı hâkim kıldığı anlatılmaktadır. Bu durum, Hz. İbrahim'in babası Azer ile yaptığı mücadelesine benzerlik göstermektedir. Türklerdeki Tek Tanrı Merkezli İnanış ile İslâm'dan önce Arap Yarımadası'ndaki var olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de dahil olduğu kabul edilen Haniflik İnanışı arasında bir paralellik ve büyük benzerlik bulunmaktadır. Bu paralellik-benzerlik, daha önce gelmiş peygamberlerin tebliğe ettikleri mesajların bakiyeleri/kalıntıları olarak izah edilmektedir. Çünkü Türk boylarının hemen hemen hepsinde Yaratıcı Tanrı olarak Tengri/Tanrı ve Tevhid Merkezli İnanışlar dikkat çekmektedir (…) Tengri veya Tanrı kelimesi; İslâm'ı kabul etmiş Türk boyları arasında da Allah lafzı ile karşı karşıya getirilmemiş, nüanslara dikkat edilerek birlikte/yan yana varlığını devam edegelmiştir” (Küçük, 2009: 76).
İslâm'ı Hz. Nuh ve Hz. İbrahim peygamberler tarafından tebliğ edilen Tevhid İnancı/Haniflik olarak bir tarihi süreklilik içinde ele alan mecrada Abdurrahman Küçük'ün de bulunduğu görülmektedir.
Türkçü düşünce içinde eski Türklerin Şaman-Toyonist olduğu yargısıyla hareket eden büyük entelektüel (epistemik) çevre yanında, Hz. Nuh-Hz. İbrahim'den gelen “Hanif Türk” tasavvuru henüz hem cılız görünmekte hem de konu yeterince paradigmal yapı içinde ifade edilememektedir. Örneğin Abdurrahman Küçük'ün eski Türkler hakkındaki kavramlaştırması “Tengri İnancı'nın Haniflik İnanışı ile benzerliği” şeklinde yapılmaktadır. Oysa Hz. Nuh'un zürriyetinden gelen Yafes oğullarının yine Hz. Nuh'un zürriyeti olan Sam oğulları (Sam'ın torunu Hz. İbrahim ve oğulları) gibi “Hanif” sayılması gerekmektedir.
Abdurrahman Küçük'ün kitabında bir taraftan Türklerin puta tapmadıkları iddia edilirken diğer taraftan Oğuz Kağan'ın tıpkı Hz. İbrahim gibi putperest babasıyla Hanif dinin gereğince savaştığı ifade edilmektedir.
Anlaşılan o ki, Türk soylu kavimler içinde Hanif din İslâm'dan ayrılarak kendine yeni dinler bulmuş kavimler ortaya çıkmış, ancak Allah, “Andolsun ki biz her ümmete, Allah'a kulluk edin ve putlara tapmakdan uzaklaşın diye bir peygamber gönderdik” (16 Nahl 36) ayeti gereğince bu toplumları uyarmıştır. Hz. Nuh'tan sonraki dönemde Türklerin içinde Hanif Din'den (İslâm'dan) uzaklaşma ortaya çıkmış ve bu kapsamda Oğuz Kağan, Hz. İbrahim döneminde yaşamış ve belki onunla görüşmüş bir peygamber olarak Türk toplumuna gönderilmiştir.
Kur'an, Hz. İbrahim'in çağdaşı olan Hz. Lut'un da bir kavme gönderildiğini, bu kavmin peygamberlerini reddetmesi üzerine iki azap meleğinin indirildiğini beyan etmektedir.
Hz. İbrahim çağında Kâbe'nin yeniden imar edildiği ve “Hanif” inancın ilahi bir destekle yeryüzünün farklı coğrafyalarında tohumlarının atıldığı söylenebilecektir. Dolayısıyla Oğuz Kağan'ın getirdiği Hanif inancı (tek Tanrı İnanışı) “Türk Dini” olarak kavramlaştırılamayacaktır.
Abdurrahman Küçük kitabında Hanifliği Türkleştirmekte ve “Türklerin Tek Tanrı/Gök Tengri İnancı merkezli milli dinleri” şeklinde açıklama getirmektedir (Küçük, 2009: 91). Bu açıklama, tarihin Hanif Din-İslâm paradigması ile anlamlandırılması fırsatı vermemekte ve Töre'nin neyi imlediğine dair bir cevap getirmemektedir. Kanaatimizce Türklerin Tek Tanrı-Gök Tengri inancı Hanif Din (İslâm) olarak değerlendirilmeli ve Töre de gerek Hz. Nuh ve gerekse Hz. İbrahim ile toplumlara emredilen ahkâm (yasa, sosyal-iktisadî-siyasi kurallar) olarak ele alınmalıdır.
Hz. İbrahim'den sonra Allah Hz. Musa, Hz. İsa ile İsrailoğulları'na tevhid ve misak gereği yasaları indirmiştir. Eski Türkler ise Hz. Nuh'tan gelen Haniflik ve misak inancı gereğince hayatlarını sürdürmüştür. Bu nedenle İsrailoğullarının tabi olduğu Töre ile Hz. Nuh'un misakına dayanan Türklerin Töre'sinin aynı olmaması makul görülmelidir. Türkler, Hz. Peygamber'in misakına tabi olarak Hz. Nuh'tan gelen “yasaları” bırakmıştır.
Töre ve Ahkâm-Fıkıh:
Bu ilk tespitten sonra ikinci bir hususa dikkat çekmek gerekmektedir. Türkçü düşünce içinde eski Türklerin Tek Tanrı/Gök Tengri inanışını Haniflik inancına yakın sayan son derece azınlık müelliflerin, Töre'yi peygamberlerin getirdiği ahkâm (aile, toplum ve devlet sistemi) şeklinde açıklamadığı görülmektedir. Oysa Kur'an'da zikredilen peygamberlerin hemen tamamının kavimlerine sadece Tek Tanrı inancını götürmediği bilinmektedir. Örneğin Şuayb peygambere kavmi itiraz ederken “Mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor?” (11 Hûd 87) demektedir. Bu misâlde ticari hayatın düzenlenmesi, mal emniyetinin sağlanması Töre-İlâhî Yasa kapsamında ele alınmıştır. Lut peygamber de kavmini “Siz (İlahi ikazdan sonra hâlâ), illa erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler mi yapacaksınız?” (29 Ankebût 29) şeklinde uyarmakla, onlara “aile” sistemini önermektedir. Ancak kavmi, “Sen de biliyorsun ki, senin kızlarında gözümüz yok, aslında bizim neyin peşinde olduğumuzu çok iyi biliyorsun” (11 Hûd 79) diyerek aile modelini reddetmiştir. Türk Töresi'nin de aile modeli üzerinde bina edildiği tartışmasızdır.
Sait Başer'in açıklama modelinde “Töre” Kutadgu Bilig kapsamında anlamlandırılmaktadır. Müellif, Türkoloji araştırmalarında Töre'ye “kanun” anlamı verildiğini, ancak kendi araştırmasında Töre'nin sadece kanun olmadığının ortaya konulduğunu savunur. Sait Başer, Kutadgu Bilig'deki “İtmek” kelimesinin Orhun Abideleri'nde de kullanıldığını ve anlamının “düzenlemek”, “yoluna koymak” olduğunu belirtir. İkinci olarak “kanun” manasıyla “Öndgi” kelimesinin de Kutadgu Bilig'de yer aldığı işaret edilir (Başer, 2011: 109-110). Başer'in iddiasına göre Kutadgu Bilig'de “kanun” anlamına gelen başka kavramların bulunması Töre'nin sadece “kanun” anlamına gelmediğini kanıtlar.
Başer, “Kutadgu Bilig'de uygulamaya dönük yaptırım içeren cezaî hükümlere rastlanmamakta, bu tür hükümler ilgili dönem yöneticilerinin inisiyatiflerine bırakılmaktadır” demektedir (Başer, 2011: 117).
Ancak Sait Başer, kanaatimizce çelişkili olarak bir taraftan “Töre, daimî içtihada tabi tutulan bir düzendir” (Başer, 2011: 108) ifadesine yer vermekte bir taraftan da “Töre'nin üzerine oturduğu bilgelik içinden doğan ahlâkî tavsiye mahiyetindeki bu hükümleri, genellikle zamana ve mekâna göre değişecek ilkeler değildir” (Başer, 2011: 117) demektedir. Bilindiği üzere “daimî içtihada tabi tutulmak” zamana ve mekâna göre değişimle ilgili bir cehddir.
Abdülkadir İnan ise eski Türklerde kanun manasına gelen yasa (yasağ) teriminin kullanıldığını ve bu terimin Kök Türkler ve Selçuklular için kanun ve nizam ifade eden törü-türe teriminin yerini tuttuğunu belirtir. İnan'a göre Kültigin yazıtında “Öd Tengri yasar kişi oğlu kop ölüglü töremiş (Zamanı Tanrı takdir eder, kişi oğlu ölmek için yaratılmıştır)” cümlesindeki “yasar kelimesi “yasa” kökünden teşkil edilmiştir. Cüveyni'ye göre Uygurlar, Çingiz Han'ın emriyle yasayı ve hükümlerini tomarlara tesbit etmişler ve “Büyük Yasaname” demişlerdir. Bu “Yasaname”, muteber prenslerin hazinelerinden sayılmıştır. Memleket ve devlet işleri görülürken o tomarlara bakarak işlerini yapmışlardır. Yasa'nın Çingiz Han'ın icadı olduğu iddiası hatalıdır. Zira Yasa eski hakanlıklarda yürürlükte bulunmakta ve şifahi olarak nesilden nesile intikal eden Törü ve kaidelerden başka bir şey değildir. Her hakan ve beyin bu kaidelere bazı şeyler eklemiştir. Her büyük tarihi olaydan sonra ve yeni bir sülale tahta geçtikten sonra Törü ve yasa Kurultay'da gözden geçirilerek münakaşa edilmiştir (İnan, 1998: 222).
İnan, eski Türklerin “gözden geçirilen törü” bağlamındaki düzenlemeleriyle ilişkili olarak iki karakterli örnekler verir.
Birinci karakterli örnekler: Töre-Yasa'nın devlet erkânını oluşturan sülalelerin Hakan ile ilişkilerini tayin eden konularla ilgilidir: “Edige Altın Orda'da hâkimiyeti eline geçirdikten sonra ince töreler ve büyük yasalar vazetti. Toktamış Han Temur ile yaptığı büyük savaşı müteakip devlet erkânı ile danıştıktan sonra Bahrin boyunun savaşta ve kurultaylardaki mevkiini (ornunu) değiştirdi (…) Bahrinler ta Oğuz Han zamanından beri sağ yanı teşkil ederdi” (İnan, 1998: 222-223). Hükümdarın resmî meclisinde mevkiler (orun) yasaya göre tayin edilmektedir (İnan, 1998: 226).
İkinci karakterli örnekler: Bu tipteki örnekler ise fıkıh ve ahkâm ile ilgilidir. “Temur için Çingiz yasası Müslümanlar için fıkıh gibidir” (İnan, 1998: 223) cümlesiyle ifade edilen budur. Abdülkadir İnan, İlhanlı Olcaytu Han'ın Müslüman olduktan sonra İslâm'ın emirleri ile eski Töre arasında kaldığını ifade eder. İnan, Olcaytu'nun İslâmî ahkâm için “Şeriat, akıl ve yasak devlet idaresi için üç esas rükündür” dediğini ancak Moğol yasasının üstünlüğünü de müdrik olmalarını tavsiye ettiğini belirtir. İnan'a göre İslâmî ahkâm ile Töre arasında kalan Türkler uzun süre bocalamışlardır:
“Cuci ve Çağatay ulusları tamamıyla Müslüman olduktan sonra eskiden beri Müslüman olan yerleşik Türk boylarına karıştılar. Fakat bu yeni Müslümanlar için İslâm fıkhının muamelat kısmı çok yabancı geliyordu. Hele hükümdar ve büyük beyler sülalesine mensup hanlar ve beyler aile ve askerlik işlerinde XVI. asra kadar yasa ve töreyi tatbik etmekten vazgeçmediler. Uluğ Bey gibi İslâm bilgini olan bir hükümdarın “birçok işlerde yasa, türeye ihtiyacımız var” demesinin sebebi budur” (İnan, 1998: 225).
Abdülkadir İnan, Hz. Peygamber'in misakına göre yaşamayı seçen Türklerin Nuh'tan gelen eski Töre ile yeni tanıştıkları İslâmî ahkâm arasında kaldıklarına dair çok örnek vermektedir.
Bu örneklerden biri evli kadının nikâhını karı-kocanın hilafına fesheden Töre ile bu fesihi yasaklayan İslâmî ahkâm arasında kalan Emir Çoban Sunduz'a aittir. Emir Çoban Sunduz, Medine'ye su getiren iyi bir Müslümandır. Hakan Ebu Said Han, onun evli kızı Bağdat Hatun'u Çingiz Yasası gereğince kendisine eş olarak ister. Hükümdarın talebini İslâmî ahkâmı seçerek reddeden Emir için bu kararı ölüm getirir: “Yasaya göre hakanın arzusunu yerine getirmek gerekiyordu; şeriat ise evli kadının başkasına peşkeş çekilmesine müsaade etmiyordu. Emir Çoban'ın şeriatla yasa arasında geçirdiği tereddüdü, nihayet şeriata riayeti, onun ve soyunun felaketi oldu” (İnan, 1998: 226).
Abdülkadir İnan, Kazak-Kırgızların akaid ve ibadet meselelerinde tam manasıyla ehl-i sünnetten oldukları halde muamelâtta fıkıhtan ziyade “töre”ye riayet ettiklerine değinir. Nikâh, boşanma, miras, alış-veriş, hırsızlık, cinayet, vs. gibi meselelerin hepsi töreye göre karara bağlanmak üzere “bey”lerin önüne getirilmektedir. Kazaklar töre'ye dayanan bu hukuka “zan” veya “örf”, Arapça “âdet” demektedir. Ancak Kazakların rivayetlerine göre “örf” veya “zan” Çingiz Han zamanından beri sadece birkaç defa değiştirilmiştir. İnan, Kırgız-Kazakların altı yüz yıldan beri Müslüman oldukları halde muamelâtta Töre'yi fıkhın çoğu kaidesine tercih ettiklerini de belirtir (İnan, 1998: 226-227).
Abdülkadir İnan'ın verdiği bir başka örnek Barak Batur adlı sultanla ilgilidir. Meşhur bazı Buharalı hocalar sultan Barak Batur'a gelerek onun davacılara nasıl hükmettiğini görmek isterler. Sultan'ın Töre'ye göre verdiği hükümlere müdahale ederek İslâm fıkhını uygulamasını isterler. Barak Batur en sonunda bu müdahaleye kızarak “Kelime getir dersin getiriyoruz, namaz kıl diyorsun kılıyoruz, oruç tut diyorsun tutuyoruz, zekât ver diyorsun veriyoruz, hac kıl diyorsun Peygamber'e gidiyoruz. Siz başka işlerimize karışmayın. Biz Töre'ye kuluz” demiştir (İnan, 1998: 228).
Abdülkadir İnan bu çelişkili durumun zaman içinde Kazak-Kırgızlarda aşıldığını ve fıkıh-ahkâm ile zan-örf arasında kalan idarecilerin çelişkili duygu durumuna son vererek İslâm fıkhına geçmek bakımından istek duyduklarını belirtir. Taşkent çevresindeki Kazaklar, İslâm fıkhını Kazak Bey'in Töre'sine tercih etmeye başlarlar. İnan'a göre fıkıhla Töre'yi barıştıran formüller de icat edilir (İnan, 1998: 228).
Anlaşılacağı üzere Türklerde Töre hem devlet-toplum düzenini ifade etmekte hem de tevhid dininin ahkâmını temsil etmektedir. Türkler Hz. Nuh'tan itibaren Tek Tanrı-Tengri-Gök Tanrı inançları gereği tevhid diniyle yani Hanif olarak yaşadılar ve Hz. Peygamber'in davetiyle muhatap olunca onun mesajını kabul ettiler. Diğer taraftan Türklerin bağlı olduğu Töre'nin Hz. Nuh'un ahkâmı olduğu ve Hz. Peygamber'e gelen ahkâmın önceki ahkâmı nesh ettiği ifade edilebilecektir. Türkler İslâm fıkhını bilen âlimleri bulunmadığı için kendi toplum yapılarının ihtiyaçlarına göre fıkıhı bir süre üretememiştir. Bu dönemde İslâm fıkhı ile Türk Töresi arasında çelişkiler yaşayan idareciler yetişen fakihlerin Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre ürettiği fıkıhla Töre'yi yeniden biçimlendirmişlerdir. Nitekim gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı asırlarında bu fıkhın tekâmül ettiği ve İslâm siyaset düşüncesini de Osmanlı toplum sistemini de “Töre” karakterli olarak yapılandırdığı ifade edilebilecektir.
- Başer Sait, Kutadgu Bilig'de Kut ve Töre, İrfan Yayıncılık, 2011
- İnan Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler, Türk Tarih Kurumu, c: 2, 1998
- Uğurlu Sedat, Eski Türklerin Dini, AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:12, 20. Yıl, Özel Sayı: 12, ss: 323-335, 2012