Batı kentlerinin kopyalarını yükselterek, Memduh Şevket Esendal'ın “amudî medeniyet” dediği türden yapılaşmaya baştan müsaade etmemek gerekiyordu. Bunu teslim etmek yanlıştan geri dönmenin ilk adımıdır. Evet! Fakat yeter mi?
“Bizim medeniyetimiz” denilen şey sadece “ufkî şehirler” ile gerçekleşebilecek bir hadise değil ki!
Müslüman pazar kuramadan-Medine inşa edemeden medeniyet durumuna varamayacağız.
Demek ki şehir sadece hançerleri göğün bağrından çekmekle kurulabilen bir şey değildir. İşin “İslâm ekonomisi” diyebileceğimiz ikinci temeli daha vardır.
Müslüman pazarının temel dinamiği sınıf oluşumuna izin vermemekti. Bu nedenle pazar yeri kamu malına dönüştürülmüştü: Osmanlı bedesteni vakıflara aitti. Pazarsız İslâm şehri düşünülemezdi.
İslâm şehir tasavvurunda ticaret ve tarım askerî nitelikteydi. Osmanlı'da da tarımın askerî anlamı vardı; tımarlı sipahinin varlığı çiftçiye bağlıydı. Bu nedenle “Müslüman şehir”, cami-pazar-inzibatın birlikte yapılandırılmasından doğmuştur.
Dâire-i adliye'den bahsetmiştim. Adalet Dairesi'nin ilkelerini dördüncü maddeden itibaren ele alırsak askerin, ekonomiyi ayakta tutan esnaf / zanaatkâr / çiftçi / tacir'e bağlandığı, halkın (reaya) devlete itaatinin adaletle sağlanacağı, adaletin sağlanması için askere ihtiyaç olduğu, askerin de ancak halkın mal üretim ve ticareti ile ayakta kalacağı anlaşılacaktır:
Daire şu: 4. Kanuna olamaz hiç hâris illa mülk (Kanun ancak mülk ile korunur). 5. Mülk zabt eylemez illa leşker (Mülk/devlet- ancak ordu ile zaptedilir) 6. Leşkeri cem' idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile ayakta kalır) 7. Malı cem' eyleyen raiyyettir (Malı toplayan halktır) 8. Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adl (Halkı idare altına ancak Cihan Padişahı'nın adâleti alır).
Devlet olmanın şanı, pazarı belirlemeyi mecbur ediyor. Hakem - Hz. Peygamber (asv)'in Medine'yi inşası da pazarın tesisine bağlanmıştı.
İkna olmayanlar için Halife - Hz. Ömer'in tatbikatını da hatırlayalım: “Hz. Ömer devrinde kurulan Basra, Kûfe ve Fustat gibi şehirlerin planlarında yollara özellikle dikkat edilmişti. Kurulacak yeni şehirler için seçilen bölgenin merkezinde cami ve pazar yeri belirlendikten sonra güçlü bir atıcının dört yana attığı okların düştüğü noktalardan ötesi parsellenerek yapılaşmaya açılmıştı. Ortadaki alanın etrafı sınır tecavüzü ihtimaline karşı hendekle çevrilmişti. Bizzat Halife Ömer'in emri ile ana yollar 40 veya 60 zirâ, tali yollar 20 - 30 zirâ ve sokaklar da 7 zirâ genişliğinde tutulmuştu. Yolların modern şehirlerde dahi nadiren rastlanacak kadar geniş tutulmasının en önemli sebebi sürekli hareket halindeki orduların sevkini kolaylaştırmak olmalıdır (…) Halife Ömer, bazı malların başında toplanarak yolları kapatan tüccarı elindeki kamçı ile dağıtarak geçişi engellememelerini sağlardı” (Cengiz Kallek, Sosyal Servet-İslâm'da Yönetim Piyasa İlişkisi, Klasik Yayınları, 2015: 148).
“Pazar yeri kamusaldı” dedik. Tımar sisteminde de tarım arazileri, çiftçinin mülkü değildir. Çiftçi tımarda kiracıdır. Çiftçi, farsça cuft (ikiz) sözcüğünden geliyor. Cüftleşmek: “evlenmek.” Kelime, İkiz=iki öküz anlamıyla tımar sistemine vurgu yapmaktadır. “Çiftlik, bir çift öküzle işlenen toprak” demektir. Çiftçi de “bir çift öküzle işlenen toprağın kiracısı”dır.
Diyanet İslâm Ansiklopedisi'nde de şu izah var: “Önceleri timar sistemi çerçevesinde bir çiftçi aileye yetebilecek büyüklükte toprak birimi iken daha sonraları büyük ziraî işletmeleri ve malikâneleri ifade eden bir anlam kazanmıştır (…) Osmanlı arazi sisteminde bir çiftlik toprağın ölçüsü kanunnâmelerle tesbit edilmiş olup verim kabiliyetine göre 60-150 dönüm arasında değişirdi. Bu haliyle de timar, vakıf ve mülk topraklarda ziraat yapılan toprakların temel ünitesi özelliğini taşırdı.”
Çiftlik kavramına “tımar” sisteminden bakılırsa Türkiye'de köylü kesim artık çiftçi değildir.
Müslüman tüccarlar vakıf kurmak, ticaretin güvenliğini sağlamak, küresel ekonominin boyun bağlarından kurtulmak yerine AVM'ler inşa ederek kapitalistlerin piyasaya tekelci müdahalelerine rıza gösterdiler.
“Fiyatın pazarda belirleneceği” ilkesi büyük sermayenin ürünü tarlada satın alması, ürün ve mahsulün pazara girmeden ele geçirilmesi nedeniyle tatbik edilemiyor.
Şimdi Yunus'u, Keloğlan'ı hatırlayabiliriz. Yunus, dağdan doğru odun getirmişti. Bu hadise, dağdaki sahipsiz malın geçim kaynağı, maişet sebebi olduğuna işarettir. Hatırlayın ki Keloğlan, eşeğini pazara satmaya götürmüş, kaz yahut tavukla geri dönmüştü. Keloğlan ticaretinde aldanmış idiyse bile, bu hadise pazarın herkese açık olduğunu göstermektedir. Müslüman şehirde halkın ihtiyacını dağdan-dereden-sahipsiz topraktan (Arazi-i Mevat) toplamasına, elinin emeğini piyasaya sürmesine engel bulunmuyordu. Her türlü ürünün fiyatı da pazarda belirleniyordu.
Fakat mevcut “yasal düzende” bunu başarabilmekten çok uzağız.
Dağdan “doğru (haram olmayan) odun” getiren Yunus için sempozyum düzenleyen belediyeler, Büyükşehir statüsü kazanınca hemşerilerine aynı fırsatı yasa gereği veremiyor.
İslâm ekonomisi, şehri ve Müslüman pazarını kuracak bir toplumla tarihe çıktı. Yeniden tarihe çıkacaksak “Cuma kılınur-Pazar kurulur” şehirlerimizi inşa etmeli, göğün göynünü deşen hançerlerden kurtulmalıyız.
lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter