Elmalılı Hamdi Yazır'ın Kâmus'una göre Hak, mevcûd ve sâbit anlamında olup zıddı ‘batıl' ve ‘madûm' (mevcud olmayan) demektir. Hak, inkârına imkân olmayan sâbit olandır. Her vech ile mevcûdunda şüphe edilmez. Sûreten ve manen mevcûdiyeti apaçık olandır (Yazır, Alfabetik İslâm Hukuku ve Fıkıh Istılâhlraı Kâmusu, Ensar Neşriyat, c: 2, 1996: 195).
Osman Eskicioğlu'na göre ise kavram ‘meydana geldi, oldu, sâbit oldu' demektir. Türkçede ‘tahakkuk etti' ifadesi buradan gelmektedir. Masdar (fiil kökü) manasında mutabakat anlamı bulunmaktadır. Zihinde tasarlananla gözle görülenin, enfüs (süje) ile afak (obje)nin, ilim ile malumun (bilgi ile bilinenin) birbirine uygunluğunu ifade eder. Bundan dolayı bazan düşünceye, bazan da görülen objeye ‘hak' denir. Düşüncenin gözleme uygunluğu bakımından kullanıldığı zaman, isabet ve doğruluk; söz, fikir, icra, karar, ahkam ve iradenin maksada uygunluğu bakımından da adalet ve hikmet anlamına gelir. Dış olaylar ve maddi konular için kullanıldığı zaman tahakkuk (gerçekleşme) ve vuku demek olur. Batılılar süjenin özelliği olan dış olaylara ‘verite', objenin özelliği olan maddi olaylara ‘realite' derler. Hak kavramın ifade ettiği anlamın aslı ‘verite'nin (hakikat), ‘realite'ye (gerçek) uyumu ve bağdaşması demek olduğundan, hak, özünde ve şeklinde her bakımdan varoluş, ‘vücub-i vücûd' diye tarif edilir. Bu da ‘varlığı zorunlu olan' demek olur. Hak aynı zamanda Vacibü'l Vücûd olan Allah'ın isimlerinden biridir. Bu durumda onun çoğulu yoktur. Diğer manalardaki hak kelimesinin çoğulu ise ‘hakaik' olarak anılır. Hakkın çoğuluna ‘hukuk' da denilir. Buna göre hak, hukukun bir yetki veya yükümlülük olmak üzere benimsediği bir aidiyettir. Eskicioğlu, Ömer Nasuhi Bilmen'den “Hak, bir kimseye mahsus olan manevî kudrettir ki, bununla tasarruf salahiyetini veya malikiyet vasfını haiz olur. Adlî bir iktidardır ki, insanlar bununla bazı şeyleri icra ve mütalebeye salahiyetli olurlar” tanımını da nakleder. Eskicioğlu, Elmalılı Hamdi'den de şu tanımı nakletmektedir: ‘Vacibün leh', yani bir şeyin lehine, faydasına olan vacip manasına gelir. Bu da ‘vacibün aleyh' veya sadece ‘vacib', ‘vecibe' ve kendi dil geleneğimizde ‘vazife', ‘görev' demektir. Buna göre hak, vazifenin karşılığında olan şey demektir. Küçük çocukların bakılıp büyütülmeleri, çocuklar açısından hak, anne-baba açısından ise bir vazifedir. Yaşlı ana-babaların bakılmaları, kendileri bakımından bir hak, evlatları bakımından ise vazifedir (Eskicioğlu Osman, İslâm Hukuku Açısından Hukuk ve İnsan Hakları, Anadolu Matbaacılık, 1996: 158-161).
Eskicioğlu, hukukçuların hakları çeşitli tasniflere tabi tuttuklarını ifade eder. Bunlar arasında hakları dört kategoride toplayan Vehbe Zuhayli'nin tasnifini muteber görür. Haklar: 1) Sahibi açısından, 2) Konusu bakımından, 3) Devredilebilmeleri açısından, 4) Yargı müeyyidesi bakımından olmak üzere dört kısma ayrılır. Eskicioğlu, Mevdudi'nin dörtlü tasnifine de yer verir: 1) Allah'a ait olan haklar, 2) İnsanın kendisine ait olan haklar, 3) İnsanın kendi dışındaki insanlara ait olan haklar, 4) Tüm mahlûkata ait olan haklar.
Eskicioğlu, sahibi açısından hakları da dört kısımda inceler: 1) Halis Hukukullah: Allah kimseye hesap vermez. Allah'a hak ve vazife izafe edilemez. Bu anlamda Allah'ın hakları denmesinden kasıt, bunların faydasının topluma olmasındandandır. Kamu haklarının mertebesi, şerefi ve önemi büyük olduğundan Hukukullah denilerek bunlar Allah'a nispet edilmiştir. Bunlar iman ve ibadetleri, adam öldürme ve hırsızlık gibi suçlara ilişkin cezaları içerir. Burada ‘Hukukullah', ‘Hududullah' teriminin anlamıyla çakışır; 2) Halis Hukuku'l İbad: Kul hakları demektir. Bunlar faydası ve zararı bireye ait olup üçüncü bir şahsı ilgilendirmeyen haklardır. Daha çok kişinin kendi malıyla ilgili hakları ihtiva eder. Mesela kişinin malını kaybetmesi, telef etmesi durumu böyledir. Faydası ve zararı kendisini ilgilendirmektedir; 3) Üçüncü kısım haklar ‘Hukukullah' ile ‘Hukuku'l İbad'ın ortak olduğu, fakat Allah-toplum hakkının ağırlıklı olduğu haklardır; 4) Dördüncü kısım haklarda da ‘Hukukullah' ile ‘Hukuku'l İbad' ortak olmakla beraber kul hakkı daha ağırlıklıdır. Örneğin vücutta kırıklar oluşturan veya yüzde kalıcı iz bırakan yaralanma halinde, hukukullah ile saldırıya uğrayanın hakkı birlikte doğmaktadır. Ancak İslâm hak teorisinde mağdur faili affettiğinde hak ortadan kalkacağından bu varsayımda kul hakkı ağırlık kazanmaktadır (Eskicioğlu, 1996: 275-279).
Müslüman hukukçular ‘hak'ların çerçevesini belirlerken gaye (maksat) konusuna da ayrı bir hususiyet vermişlerdir. ‘Külliyat-ı hamis' adı verilen beş konunun zarurî maksatlar olup bunların korunmasının dinin insanlığa gönderilmesinin gereği olduğu ifade edilmiştir: 1) Dini korumak, 2) Canı korumak, 3) Aklı korumak, 4) Nesli korumak, 5) Malı korumak. Bazı müellifler 6) Şerefi korumak, ilavesini de yapmaktadır (Eskicioğlu, 1996: 280-281).
‘Şerefi korumak' kaygısı bazı hükümlerde yasa karşısında herkesin eşitliğini engelleyen ârızalar bahsiyle ilişkili sayılmalıdır. Örneğin inanç düzgünlüğü, İslâm'ın esaslarındandır. Bunun için âlimler, birçok kamu görevinin inanç bozukluğu bulunan kişilere verilemeyeceğinde birleşmiş, kitabet (bürokrasi) ve hesap işleri gibi bazı görevler konusunda ise ayrılığa düşmüşlerdir (Muhammed Tâhir bin Âşûr, İslâm Hukuk Felsefesi – Gaye Proplemi, İz Yayıncılık, 1988: 103). Âşûr'a göre bazı hükümlerde eşitliği engelleyen ârızalar dört çeşittir: 1) Cibillî Engeller: Erkeğin kadının nafakasını sağlamak bakımından eşit olmaması cibillî engellerin örneğidir. Hılkâtte izler bırakan kabiliyet ve çalışmadan kazanılmış sıfatlar cibilîye sayılır. İdrak farklılıklarının açık etkisi olan her işte eşitlik yoktur. İçtihad derecesine ulaşma, sahibinin hâkimlik görevi için tercih edilmesini ve müçtehit olmayan kişilerle eşitliğinin engellenmesini gerektirir; 2) Hukukî Engeller: İmam Malik'e göre kadının sosyal derecesi yüksekse çocuğunu emzirmek konusunda diğer kadınlarla eşit olamaz; 3) İçtimaî Engeller: Ümmetin yararlarını belirleme konusunda âlim ile cahil arasında eşitlik yoktur; 4) Siyasî Engeller: Ümmetin siyasetinde etkili kişiler, devlet çıkarı nedeniyle basit kişilerle eşit olamaz (Âşûr, 1988: 104-106).