Lütfi Bergen

Hak nedir?

26.12.2016 03:00:39

1789 sonrasında Osmanlı Devleti, “ulus devlet” fikrini savunan Müslüman toplulukların bağımsızlık talepleriyle parçalanmaya başladı. Osmanlı'nın hükümranlık alanıyla, günümüz Müslümanlarının yaşadığı coğrafya arasında yüzde yüze yakın bir çakışma/üst üste gelme/eşleşme bulunmaktadır. Osmanlı hâkimiyet alanı dışında kaldığı halde “İslâmî devlet” addedilen ülkeler nüfusunun varlığı unutulmamalıdır. Örneğin 1492'ye kadar Avrupa'da, Endülüs Müslümanları, 1501 sonrasında da Safevî devleti, Osmanlı devletinin hâkimiyet sahası dışındadır.

223

Kaynak: 1) (http://www.pbslearningmedia.org/resource/sj14-soc-religmap/world-religions-map/); 2) https://tr.pinterest.com/pin/178807047674925252/

Bu tür haritalara bakarak Müslümanların Osmanlı sonrası dönemde nüfus ve nüfuz alanında bir değişme bulunmadığı, Kuzey Afrika, Akdeniz, Arabistan, Kafkasya, Horasan ve kısmen Hint alt kıtası/adalar bölgesi üzerinde yayılmış bir demografinin muhafaza edildiği söylenebilecektir.  

“Ümmetçi İslâmcı” entelektüellerin metinlerinde “evrensel İslami hareket” adı verilen “Öze Dönüş” düşüncesinden, “İslam'ın safiyetine ulaşmak, tevhidi bilinci yeniden kuşanış çağrılarının düşünsel ve tecrübî birikimini tevarüs etmekten” bahsediliyordu. Bu düşünsel yaklaşımın hem Osmanlı tecrübesine ve hem de Osmanlı sonrası kurulan devlet yapılarına “Mutlak bir tez olan İslam'ın, Türk-İslam sentezi, Arap-İslam sentezi gibi ideolojilerle kaynaştırılmaya çalışılmasının açıkça batıl olduğu” söylemi geliştirerek karşı çıktığı bilinmektedir. Geleneksel-sufî-fıkhî meşreplerin de savunmacı (apolojist) bir dil geliştirdiği, muhataplarını “zındık, modernist” gibi kavramlarla ötekileştirdiği ortadadır. İslâm toplumları bu iki anlayışın kültür çatışmalarına muhatap bulunmaktadır.

1492-1918 arası Batılı ulus-devletlerin Amerika kıtasında Aztek, İnka, Maya ve Kuzey Amerika Kızılderili uygarlıklarını yok ettiği, 70 milyona yakın insanı soykırıma uğrattığı, Afrika'dan 60 milyona yakın insanın köle olarak Amerika'ya taşıdığı, İngiltere'nin Hindistan'da katliam ve kolonizasyon politikası yürüttüğü konusu entelektüellerin İslâm-toplum-devlet analizlerine girmemiştir. Burada vurgulamak istediğimiz husus, Osmanlı'nın hâkimiyet sahası dışında kalan bölgelerdeki uygarlıkların Batı tarafından yok edildiği; nüfusun ise soykırım, köleleştirme, zorla Hıristiyanlaştırma ile kırıldığı konusudur. Ne kadar eleştiriye tabi tutulursa tutulsun, reddi imkânsız gerçek şudur:  Emperyalizm, Osmanlı ülkesinde Afrika, Uzak Doğu, Hint, Amerika kıtalarında tatbik ettiği soykırım ve talanı gerçekleştirememiştir.

1453-1492 arasında Avrupa'da sıkışmış olan Hıristiyanlık değişik mezhepleriyle bugün dünya nüfusunun 1/3'ü sayılabilecek bir büyüklüğe ve coğrafi yayılmışlığa ulaşmıştır. Hıristiyanlığı bu konuma taşıyan, emperyalizmdir.

Küresel dünyada harp, küresel terör, istila, talan, iç çatışma gibi hadiseler nedeniyle can kayıpları yaşanmakta, tarihî şehirler yıkılmakta, aileler dağılmaktadır. Modern sonrası militer zihniyet, orduların birbirlerine güç kullanarak devletlerarası anlaşma zemini aradığı geleneksel “Harb Felsefesi”nden kopmuştur. Savaş teknolojisinin muhatabı artık doğrudan silahsız, işinde gücünde halk kesimleridir. Halkın canlı bedeni artık “savaş toprağı”na dönüştürülmüştür. Silahlı güçler birbirleriyle savaşmamakta, ev/mahalle/şehir ortamında yaşayan organik varlık üstünde ölümcül bir istila/işgal/tahakküm faaliyeti yürütmektedir. Dünyanın neresinde zuhur ederse etsin şiddetin nesnesi ve toprağı artık özü de toprak olan silahsız halk kitleleridir. Toplum bu şiddet karşısında çok çaresizdir.

Batı toplumları 1492'den beri Batı-dışına ait devletleri, şehirleri ve toplumsal yapıları çözmektedir. Batı'yı çözmeyen ve fakat Batı dışını çözen dinamik, Batı'nın bireyci-sınıfsal toplum yapısıdır.

Dindarlığı baskılayan modernleşme politikaları, devletin din ile ilişkisini nasıl belirleyeceği problemine yakalanmasıyla neticelenmiştir. Bütün dünyada “din” geri dönmektedir. Bu süreç dindarlığın çoğullaşmasına ve görece özgürleşmesine, özgürleşirken diğer din/kültürlerle hak mücadeleleri vermesine alan açmıştır.

Arap Baharı'nın da gösterdiği üzere Müslümanlar arasındaki siyasal çatışmalar, Batı'nın (emperyalizmin) bölgedeki nüfuzunu arttırmış, içtimaî yapıyı bozmuş, şehirleri (hafızaları) silmiş ve kimi bölgelerde Müslüman toplumları yersiz-yurtsuz kılmıştır. İslâmcılık hareketi de geleneksel/sufî-fıkhî hareketler de, devlet ve toplumu ideolojileriyle değiştirebileceği varsayımı ile söylem üretirken birbiriyle çatışmakta, selim bir toplum ihtimalinden uzaklaşmaktadır. Emperyalizm, bu zeminde rahatlıkla ayak basacağı kültürel bir adaya kavuşmaktadır.

Hak kavgası, devlet ve toplumu zecrî değiştirme bilinciyle yapılmaktadır. Kanaatimizce bu, yanlış bilinçtir.

Asıl olan, devlet ve toplumu zecrî anlamda değiştirmek değil, “hakkın hak olarak tahakkukunun gerçekleşmesinde” hazır bulunmaktır.

“Ve yurîdullâhu en yuhıkkal hakka bi kelimâtihî / Allah da, sözleriyle hakkın hak olduğunu göstermek istiyordu” (8 Enfal 7).

“Ve yuhikkullâhul hakka bi kelimâtihî ve lev kerihel mucrimûn / Ve mücrimler kerih görse de, Allah hakkı hak olarak kendi kelimeleriyle gerçekleştirecektir” (10 Yunus 82).

“Ve yemhullâhul bâtıla ve yuhıkkul hakka bi kelimâtihî / Ve bâtılı yok eder. Kendi kelimeleri ile hakkı hak olarak gerçekleştirir” (42 Şura 24).

Hak nedir?

Hak kavramı hukukta “Bireyin korunmasını isteme konusunda yetkili sayıldığı, hukuken korunmuş menfaat” ya da “Hukuk tarafından korunan ve bu korumadan yararlanılması ferdin iradesine bırakılan menfaat” şeklinde tanımlanmıştır (Vahap Coşkun, İnsan Hakları-Liberal Açıdan Bir Tahlil, Liberte Yayınları, 2006: 105). Vahap Coşkun, “Hakkın bir başka yönü de “başkasının özgürlüğüne müdahale edebilme” ile ilgilidir” (Coşkun, 2006: 106) diyerek tanımını genişletir. Coşkun, bu tanımları yapmakla birlikte “”birçok hukuksal kavramı tanımlamış olan Alman Medeni Kanunu bile, “hak”kın ne olduğunu tanımlamayı göze alamamıştır” (Coşkun, 2006: 103) der.

Bu yaklaşımın İslâm'ın “hak tasavvuru” ile bağlantısını sağlamak çok güçtür. Bu tasavvurda “Hak kavramı” bireye mahsus kılınmakta ve başkasının özgürlüğüne müdahale edebilme yetkisi görülmektedir. Ayrıca hakkın tanınmasını da yasaya bağlamaktadır. Yasanın belirlemediği “hak” var mıdır ve nasıl korunacaktır?

Hüseyin Hatemi, Hak'kı tespit için bir öğretiye ihtiyaç olduğuna işaret etmiştir: “Kimin neyi hak ettiğini tesbit edebilmemiz için mutlaka bir öğretiye ve ideal anlamda da Doğru Öğreti'ye muhtacız demektir (…) Elde istihkak listesi yoksa terazi doğru bile olsa kime ne miktarda tartılarak verileceği bilinmez” (Hüseyin Hatemi, Hukuk Devleti Öğretisi, İşaret Yayınları, 1989: 51).

Hak, “beş emniyet”ten (din, can, mal, nesil-namus, akıl) doğmaktadır. İnsanın haktan önce emniyeti var. Hakkın hak olarak gerçekleşmesi de bu kelimedir.

 

YORUM YAP