Osmanlı Devleti'nin “altın çağı” hakkında Mehmet Öz: “Nasihat yazarları(nın), (…) Yavuz devri ve Kanûnî'nin saltanatının ilk yarısını bir nevî “altın çağ” olarak algıladıkları ve bozulmanın, kısmen Kanûnî'nin saltanatının ikinci yarısında, ama bir bütün olarak ve etkili bir şekilde III. Murad'ın tahta geçmesiyle (1574) başladığı tespitini yaptıkları”nı yazmaktadır.
“Osmanlı nasihat yazarları, “kanûn-ı kadîm”in ideal biçimde uygulandığı “Devlet-i Aliyye”nin olgunluk çağının Kanûnî Süleyman veya Yavuz Sultan Selim devri olduğu kanaatindedirler (…) Koçi Beğ, (…) Kanûnî'nin saltanatının ortalarına kadar işleri iyi yürüttüğünü ama daha sonra kadınların şaşırtması ve damadı Rüstem Paşa'nın entrikaları yüzünden oğlu Mustafa'yı öldürtmesinin bitmeyen kargaşaya sebep olduğunu yazar (…) Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, düzenin bozulmasından en fazla sorumlu olan padişah III. Murad'dır. Gelibolulu Mustafa Âlî bu devirde yaşamış ve “bozulma”yı acı bir şekilde tenkit eden eserler kaleme almıştır” (Mehmet Öz, Osmanlı'da Çözülme ve Gelenekçi Yorumcuları, Dergâh Yayınları, 1997: 104).
Mehmet Öz'ün Osmanlı Devleti'nin çözülmesi konusunda yazan yazarların eserlerini değerlendirerek getirdiği bu yorum esas alınırsa “Osmanlı altın çağı” ancak 1453-1529 arasındaki döneme tekabül ediyor. Yok, eğer Viyana Kuşatması (1529) esas alınmaz da III. Murad'ın saltanatının sonuna kadar olan dönemi “altın çağ” sayarsak 1453-1600 arasından bahis açıyoruz demektir. Dönemin Osmanlı Sultanları ise şöyle sıralanıyor: Sultan II. Mehmed (1451 - 1481); II. Bayezid (1481 - 1512); Yavuz Sultan Selim (1512 - 1520); Kanunî Sultan Süleyman (1520 - 1566); II. Selim (1566 - 1574); III. Murad (1574 - 1595).
Osmanlı'nın altın çağ”ını Kanûnî'nin saltanatının ikinci yarısında bırakan Koçi Beğ (ö. 1650), Arnavutluk'un Görice (Korçë) kasabasından devşirilmiştir.
“Osmanlı altın çağı” fütüvvet irfanı ile Uclarda gaza eyleyen derviş-alplerin tasfiye devri olarak da okunabilir.
“Altın Çağ” döneminde, Osman ve Orhan Gazi'nin Ahi-Gazi-Dervişlerle devlet arasında kurduğu ilişkiyi bozan merkezîleşmeye geçilmiştir. Bu merkezîleşme siyaseti şöyle tasnif edilmelidir: 1) Kul Sisteminin Getirilmesi: Çandarlı Halil Paşa gibi Türkmen vezir sülaleleri bertaraf edilmiştir. Böylece vezâret makamı artık Türkmenlerin inhisarından çıkarılıyor, yerine devşirme kökenli kul sistemi ikame ediliyordu; 2) Türkmen Beylerinin Fetih Hareketi Dışında Bırakılması: Uc beylerinin nüfuzu kırılıyor ve fütüvvet irfanıyla gaza eyleyen Türkmenler “Uc boyu” olmaktan çıkarılıp “İç bölge nüfusu”na dönüştürülüyordu. Rumeli topraklarında fetihler yapan Mihalzâdeler, Evrenoszâdeler, Malkoçzâdeler, İshak Beyzâdeler, Turhan Beyzâdeler gibi Uc (akıncı) beyleri, fetihlerde “Kapıkulu Ocakları”nın kullanılması ile bertaraf olmuştur; 3) Ulema ve Sufilerin Nüfuzunun Kırılması: Halil İnalcık, “İstanbul'un fethinden sonra Akşemseddin, fethin evliyanın eseri olduğunu söylediği zaman Fatih, “Bu şehir kılıcımla alınmıştır” yanıtını vermiştir” (İnalcık Halil, Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet, İş Bankası Yayınları, 2016: 100) der. Ahmet Yaşar Ocak da Osmanlı'nın “Tasavvuf çevrelerinin nüfuzunun kırılmasına yönelik politikasının en belirgin uygulaması ise, Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında pek çok tekke ve zaviyeye ilk sultanlar tarafından vakfedilen topraklara el koyarak bunları tımara çevirmesi olmuştur” (Ocak Ahmet Yaşar, İslâm'ın Ayakizleri-Osmanlı Dönemi, Kitap Yayınevi, 2012: 46) demekteydi; 4) Vergilendirerek Hadârîleştirme: Osmanlı, Türkmen obalarını fütüvvet erkânından uzaklaştıran siyaseti bir dinî kurallar-kanunlar dizisiyle sağlamak istedi. Osmanlı yönetimi bu siyasetle Türkmen obalarının fütüvvet erkânıyla inşa ettiği toplum örgütlenmesine “tepeden aşağı” bir yaklaşımla ve “kendi atadığı bürokratlarla” müdahale etmekteydi. Bu, üç yönlü etki oluşturuyordu: a) Türkmen nüfusun üstünde “koyun vergisi”, “yaylak-kışlak resmi” gibi yükümlülüklerle başlayan malî mükellefiyetler konuluyordu; b) Türkmen boylarının eski gevşek, esnek yönetimle elde ettikleri “toprağı şenlendirme” düzeni merkezîleşmenin getirdiği kanunnameler, tahrirler, defterler, kadılar ile engelleniyor ve küçük-büyük konar/göçer şehirlilerin hayatı subaşıların / sancakbeylerin dirlikleri içine alınıyordu; c) Türkmen obalarının vergilendirilmesi ve iskânıyla onların pir-mürşitleri ile bağlarının kesilmesi amaçlanıyordu.
Türkmen aşiretlerinin vergilendirilmesi hakkında Tufan Gündüz'e başvuracağız:
Bonzulus Türkmenleri'ne 1) Voyvoda/Türkmen Ağası, 2) Boy Beyi, 3) Kethüda, 4) Oymak Başı adlarıyla anılan dört “vergi toplayıcı” tayin edilmişti. Bu vergi toplayıcılar aşiretler tarafından seçilememekteydi.
Tufan Gündüz, Kethüda'lar için şöyle yazmıştır: “Kethüdalar da Boy Beyi'nin tayininde olduğu gibi aşiret ihtiyarlarının arzusu, Boy Beyi ve Voyvada'nın hükümete arz etmesi ve hükümetin de onaylaması ve berat göndermesi ile tayin olunmaktaydı (…) Kethüda'nın temel vazifesi, vergi toplamak, uhdelerinde bulunan aşiretlerin nizamını sağlamak, tahririn yapılacağı zaman eminlere yardımcı olmaktı (…) Aşiretlerin en fazla yakındıkları meselelerden biri (…) vergi toplarken usulsüzlük yapmaları, peşkeş, havalelik, kethüda hıdamiyesi gibi çeşitli adlar altında para tahsil etmelerinin yanı sıra ev basarak, yol keserek aşiretlere zulm etmeleri idi (…) Kethüdalar, kendilerine bağlı aşiretlerin yaylak ve kışlaklar arasındaki seyahatleri esnasında çevreye zarar vermemeleri konusunda, onlara kefil oluyordu” (Tufan Gündüz, Anadolu'da Türkmen Aşiretleri, Yeditepe Yayınları, 2015: 51-52).
Kanûnî Süleyman devrinde Bonzulus'un tahririni yapan Musa Ağa'nın 150 kethüda yazdığı ifade edilmiştir. Gündüz, kethüda sayısı hakkında devletin bakışını şöyle vermektedir: “Bu kethüdaların sahip oldukları koyunların 300 adedi vergiden muaf tutulmuştu. Kethüdaların sayısının fazla olduğu (…) padişah malına zarar geldiği gerekçesiyle indirime gidilmiş, 93 kethüda görevden alınmış, 63 kişi yeniden tayin edilmiştir” (Gündüz, 2015: 51).
Anlaşılan o ki, “altın çağ”, devletin merkezîleşme kaygısıyla vergi salarak hadârîleştirmeye çalıştığı dönemdir. Fütüvvetin vergilendirilmesi, “Türkmenlerin İran'a Geri Göçü”ne yol açmış, Erdebil Tekkesi'nin marifetten koparak Safavîleşmesine ve Anadolu'nun Şiîlik tehdidine maruz kalmasına meydan vermiştir.
Somuncu Baba, Safevîliği “yol” görmediği için Anadolu'ya gelip çerağını yakmıştı. Başka türlü Hacı Bayram'ın “Çalabım bir şar yaratmış” diyerek şehir kurmaya kalkması izah edilemez.