1979-1980 senesi Müslümanlar için önemli. Ortadoğu'yu şekillendiren üç önemli hadise bulunuyor. Bu hadiseleri küresel sistemin Müslüman topluma müdahalesi olarak okumalıyız.
Bunlardan birincisi Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgalidir. Bu işgal, o dönemde İslâmî silahlı direniş (Afgan Cihadı) hareketleriyle engellendi. Afgan Cihadı karşısında SSCB, 1989 yılında Afganistan'dan çekilmek zorunda kaldı. Sovyetler Birliği'nin Afganistan'dan çekilmesi sonrasında Afgan ülkesi silahlı direniş örgütlerinin kendi aralarındaki iç çelişkilerine / çatışmalarına muhatap oldu. 1989'dan 1998'e kadar ABD'nin Taliban'a destek verdiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla 1979 Afganistan işgali, Taliban-el Kaide-IŞİD gibi cihatçı terör örgütlerinin doğuşuna neden olmuştur. Afganistan'da ortaya çıkan cihatçı terör örgütleri zincirinin (Taliban-el Kaide-IŞİD) “Sünnî-Selefi”lik adına hareket etmesi ilginçtir. Sovyetler Birliği Afganistan işgalinden 10 sene sonra bölgeden çıksa da 1991'de dağılmaktan kurtulamadı.
1979 yılındaki ikinci hadise, İran Devrimi ile Ortadoğu'da ortaya çıkan yarılmadır. İran Devrimi ile İslâm dünyasında ABD-İsrail karşıtı görünen fakat temelde Arap İslâmî direniş hareketleri dışında kalarak nüfuz çatışmasına giren bir gelişmeler zinciri ortaya çıktı. İran'daki din-siyaset ilişkisinden çıkan değişim İslâm dünyasının bölünmesi anlamını da taşımaktadır. İran, devrim sonrasında Irak ile savaşa girdi. 1980-1988 yılları arasında gerçekleşen bu savaş bir milyon kişinin ölümüne, her iki ülkede milyarlarca dolarlık yıkıma neden oldu. Bu tarih SSCB'nin Afganistan'dan çıkışı ile yakın –senkronize- bir tarihtir. İran Devrimi, mezhebi anlamda Şiiliği İslâm dünyasına çatışmacı bir siyaset teorisi olarak getirdi. İran'ın Farsça konuşulan Türkî toplumlara ve Irak-Suriye-Lübnan-Arabistan bölgesinde Şii toplumlara devrim ihraç etme ihtimali belirdi. Arap Baharı sürecindeki ülkelerde iktidarların yıkılış biçimlerine bakılırsa “İran Devrimi”nin bir bölge düzenlemesi anlamına gelip gelmediği hususu ayrıca tartışmalıdır. Ortadoğu-Asya'da din üzerinden toplumsal değişim konuşulduğunda (Osmanlı Arabistan'ındaki Vehhabî isyanlarından, Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılmasına kadar) meselelerin küresel siyasetle şu ya da bu şekilde ilişkisinin kurulması gerekliliği kaçınılmazdır.
1979 yılı Türkiye için de bir dönemin kapanması anlamına gelen gelişmelerin başlangıcıdır. Fethullah Gülen'in Nur cemaatleri içinden ayrışmasını tescil eden dergisi “Sızıntı”, bu yıl yayımlanmıştır. Türkiye, 12 Eylül 1980'de askeri bir darbe yaşamıştır. Bu darbe, 1979 İran Devrimi'yle senkronize bir bölge düzenlemesidir. ABD, SSCB içindeki Türkî halklar üzerindeki İran devriminin etkilerini bertaraf etmek için Taliban'ı kullanamayacağı için Gülen cemaatini kullanmıştır. Yapılanma, okul açtığı tüm ülkelerde yönetici düzeyde kadro yetiştirmeye yoğunlaştı, ticarî faaliyetlerde aracılık yaptı ve işadamları dernekleri ile de lobiler oluşturdu. 1983'de muhafazakâr bir liderin de teşviki ile bu yapılanma yeni bir evrilmeye girdi. Üçüncü merhale ise 28 Şubat 1997 ortamıdır. Fethullahçı yapılanmanın cuntacı karakteri 1979-2016 arası yerel ve küresel kadrolaşma çalışmaları içinde gizlendi. Yapılanma, “küresel” destekle (ABD-CIA) yurt dışında büyürken iç siyasette de değişik siyasal mecralarda politika üreten parti liderleriyle görüştü, onlarla birlikte hareket etti. Fethullahçı yapılanma daha kuruluş anından itibaren kadrocu (darbeci) zihniyetle inşa edildi ise de bu hadise muhafazakâr siyaset tarafından mesele sayılmamıştır. Yapılanma 28 Şubat sürecinde Milli Görüş'e karşı Ecevit yanında durdu ve darbeci mantığı savundu. 2002 sonrası siyasi dengeler Fethullahçı yapının kadrocu dinamiğini sorgulamadı. Yapılanma devlet içinde yuvalandı, uluslararası ekonomik ilişkilerde kendi organize ettiği aracı işadamları kurumlarını görevlendirdi. Teolojik yaklaşımları ise Şia'yı dengeleyecek Mehdî fikrine bağlı olduğu kadar Hıristiyan-Yahudi teolojisinin Mesih doktrinini de içselleştiren bir eklektisizmle geliştirilmiştir.
Osmanlı'da tekkelerin din-devlet ilişkisinde konumları denetlenmekte ve şeyhlerin “Şah” olma ihtimaline karşı durumları sürekli araştırılmaktaydı. Türkiye'de devletin cemaatleri tanımlamadığı, onları reylerini alacakları oy depoları olarak algıladığı ortadadır. Osmanlı devlet geleneğinde tekkelerin onlarca şubeye ve zengin vakıf gelirlerine kavuşmamasına, derviş sayılarının artmamasına özellikle dikkat edilmiş ve “şeyhlikten şahlığa”, “tekkeden sultanlığa”, “dinî rehberlikten dünyevî iktidara” dönüşecek cemaatleşmelerin önü kesilmek için azami gayret gösterilmiştir. Osmanlı'da cemaatleri tanımlamak ve onları kendi siyaset dışı alanlarında tutmak, siyaseti de siyasetin kendi kurum ve kuruluşlarıyla yürütülmesini sağlamak devletin görevi sayılmıştır.
Türkiye, Cumhuriyet tarihinde ilk kez ortaya çıkan fakat Osmanlı tarihinde onlarca kez tecrübe edilen “din-tekke-siyasal iktidar yapılanması” karşısında önemli bir badire atlatmıştır. Diğer taraftan konu, sadece iç dinamiklerle açıklanamayacaktır. “Din-cemaat-siyasal” ilişkileri, devletin güç kazandığı bir meşruiyet alanı olduğu kadar zaaflarını da büyüten “kara delik”lere sebebiyet vermekte, yıkıcı etkiler oluşturmaktadır.
İslâm dünyasında 1979 senesinde tohumları atılan cihadist-devrimci-cuntacı cemaatik örgütlerin 2016 yılında ifşa olan yüzleri, küresel siyasetin, yıllara yayılan ve dinî toplulukları / cemaatleri / örgütleri / ideolojileri ulus-ötesi emperyalist çıkarlar için yönlendiren derin hesaplarla hareket ettiğini göstermektedir.
Lütfi Bergen
lütfibergen (@BergenLutfi) | Twitter